Hoş Geldiniz

-Belki de okurken anlamadığınız bir yeri, önceki yazıda açıklamış olabilirim.

-Yorumlarınızı paylaşmaktan çekinmeyin, yorumlanmamış yazı eksik kalır.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Mutluluk ve Arkadaşlık Üzerine Eleştiri

     Yaşamsal problemlerin ürettiği mutsuzluğun, aşılmasıyla gelen duygu durumudur mutluluk. Ona ulaşmak için iki yöntem vardır, problemleri aşmak ya da onlardan kaçmak.


     Bu anlamda mutsuzluk; acı ya da açlık benzeri canlılıktan kaynaklanan uyarı sistemlerinin insana özgü toplumsal gelişimidir. Bir uyarı sistemidir ve bir gerekliliktir. Ama örneğin kesilen bir kol, acıya indirgenemeyeceği gibi yaşam da, mutsuzluğun yok edilmesine indirgenemez. Tam tersi, kolunuzun kesildiğinden haberdar olamazsınız, acısını duymazsanız eğer. Siz farkına varana kadar, kan kaybından ölmeniz kaçınılmaz hale gelmiş olabilir. Ancak problemin farkına varıp da, kendinizi doktorun eline bıraktıktan sonra uyuşma hakkına sahip olursunuz.


     Bu durumda mutsuzluktan kaçış anlamındaki mutluluk, geçici ve gündeliktir. Aynı zamanda günümüzün modern burjuva kültürünün de eğlence anlayışı bunun üzerine kuruludur; Temelsiz, yüzeysel bir keyif ve boşverme, kestirip atma durumu. Hayatın getirdiği bütün problemlerin bastırılmasına yetecek derecede, beynin uyarılması. Bütün önceliklerinden, zincirlerinden koparılmış bir orgazm. Peki bu, insan oluşa ters koşullarda sürdürdüğümüz yaşam içerisinde, ne derece etkili?


     Problemin kaynağını boşverip, acının kendisini dindirmeye yönelik bu kaçış, aslında kaybetmeye mahkum olduğumuz bir kovalamaca. Çünkü buradaki kaçış, bir yanılsamadan ibaret. Nasıl ki acıya karşı uyuşmak, duyuları kapatmak demek ise, mutsuzluğa karşı uyuşmak da, bilinci kapatmaya çalışmak demek. Ama problem, olduğu gibi duruyor ve bu sefer onları bizim için çözecek doktorlar yok.


     İşin kötüsü kaçmak ne kadar boş bir hayal ise, durmak da öyle. Yani yerimizde de sayamıyoruz, çünkü hayat hep ilerliyor -Bilinçsizsek bizi de sürükleyerek-. Ne demek istiyorum? Problemler büyüyor ve birikiyor yani. Sonunda tepemizde öyle bir ağırlık hissetmeye başlıyoruz ki, en güçlü uyarıcılar bile eski mutluluğu verememeye başlıyor. Gündelik mutluluklar sönümleniyor. Hayat, uzun yıllar süren bir baş ağrısına dönüşüyor. 


     En kötüsü de bu işte. Hayatı eylemden koparıp da, mutluluğa ve mutsuzluğa indirgemeye başladıktan sonra, artık her şey, her şey uyuşturucuya dönüşüyor. Sanat, doğa, dostluk. Bizi gerçek dünyadan koparıp götürebildiği ölçüde seviyoruz müziği, resmi, şiiri. Şehir yaşamından -Aslında bizzat kendi yaşantımızdan- bizi bir süreliğine kurtarabildiği için seviyoruz daha doğal yerleri, yani doğayı, gezmeyi. Kafamızı meşgul edebildiği, bizi nasıl olursa olsun güldürebildiği, zamanımızı öldürebildiği için seviyoruz dostları. Problemler birikiyor, birikiyor. Yıllar sonra ne müzik, ne doğa, ne dostluk, tat vermez hale geliyor. Uzun süren bir baş ağrısı.


     İnsan, üretmeden yaşayamaz. İnsan olmasının sebebi budur. İnsan tanımı böyle kurulur. Canlı, doğanın bir parçası olarak ona uyum içerisindedir. İnsan, doğanın karşısına dikilir ve onu kendi ihtiyacına göre şekillendirir, üretir ve insanlaşır. Yani insanın yaşayabilmesi, üretmesine bağlı. Bunun sonucu olarak bütün hayatımızı şekillendiren şey bu üretme eylemi. Ama bu üretme eylemi ve insanlık, tek başına bir üretme ve insanlık mı? İnsan, ihtiyaç duyduğu şeyleri tek başına üretebilir mi? Daha da ilginç bir soru: İnsan tek başına insanlaşabilir mi? Bu soruların cevabı bize şunu gösteriyor ki: İnsan toplumsal bir canlıdır. İnsan olmasının koşullarından biri budur, insan tanımı böyle kurulur.


     İnsan, doğa ile savaşım halinde. Yaşayabilmek için, ondan çok daha kudretli olan doğayı, sürekli yeniden yenebilmesi gerekli. Açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, zehirlenmekten, yırtıcılardan, soğuktan, fırtınalardan, yıldırımlardan, yağmurlardan, sellerden, doğanın hiç bitmeyen tehlikelerinden kendini koruyabilmeli. Bu ancak, insanlığın kolektif mücadelesi ile mümkün. Düşünce de böylece ortaya çıkıyor işte, toplumsal üretim ile beraber ortaya çıkan toplumsal iletişim ihtiyacı ile.


     Burjuva bireysel mülkiyeti, geniş üretici yığınların mülksüzlüğüne bağlıdır ve üretimde mecburen toplumsalken, mülkiyette ve paylaşımda tekelci-bireycidir. İşte günümüz toplumsal koşullarının, insanlığa ters yönü.


     İnsanlığın bu durumdan kurtuluşu bireysel mülkiyete karşı bir durum olduğundan burjuvazi toplumsal problemlerin çözümünü değil; bunalımların bastırılmasını, uyuşturulmasını, geçiştirilmesini amaçlar. Yalnız, insanlığın bu durumdan kurtuluşu da yine bireysel değil, ancak ve ancak toplumsal bir mücadele ile mümkündür.


     Bu sebepten egemen kültür olan burjuva kültürü, elinde bulunan iletişim araçlarıyla bizlere yaşamdan kaçmayı, bireyliğimize sığınmayı, uyuşmayı ve yalnızlaşmayı öğretir. Yaşamla mücadele etmedikçe yaşantımız, buna bağlı olarak düşüncelerimiz ve kişiliğimizin içi boşalır, sonuç olarak tüm ilişkilerimiz de içi boş ve yüzeysel hale gelir. Sonuçta ne kadar uyuşursak uyuşalım hayattan kaçamadığımız gibi, böyle bir yaşam içerisinde ne kadar paylaşırsak paylaşalım, yalnızlıktan kurtulamayız. Yavaş yavaş deliririz. Problemler artık onları anlayamayacağımız, çözümleyemeyeceğimiz karmaşıklığa ulaşır. Sürekli kavga ve nefrete dönüşmüş eviliğimizin problemini, bir türlü çözemeyiz örneğin. Rakı bile kurtaramaz onu. Sonuç? Artık dayanamayacak bir nokta gelmeyecek mi? Cinnet, diyoruz işte buna, bireyliğine hapsolmuş yalnız insanın tam anlamıyla patladığı an. Daha problemin ne olduğunu bile bilmeden verilen, bilinçsiz bir tepki. Bu yüzden bir kurtuluştan çok, artık insanın hayattan koptuğu an. Bir kurtuluş arayışı da değildir, zaten.


     Peki, bütün bunların karşısına ne koymalıyız? Delirmemek için, ne yapmalı insan?


     Acıyı, mutsuzluğu, olduğu gibi yani bir uyarı sistemi olarak ele almalı ve problemin kendisine odaklanmalı. Hayatı yaşamaya çalışmalı, ondan kaçmaya uğraşacağına.


     Ne demiştik, hayattan kaçamayacağımız gibi sabit duramayız da. Hayat sürekli ilerler, gelişir, eğer bilinçsiz olursak bizi de sürükler. İşte insan olmanın güzel yanı bu, üretir insan. Bilinçli insanı sürükleyemez hayat, insan onu şekillendirebilir, kendine sürekli olarak daha sağlam koşullar üretebilir, böylece ayaklarını yere sağlam basar ve yan yana yürür hayatla.


     Bilinçli olmak ve yaşamak, yalnız düşüncede var olan, eylemden kopuk bir olgu değil. Sürekli ve sürekli olarak insanlığın birikimine ulaşacağız, bizden önceki insanların hayatlarını ve tahlillerini öğreneceğiz, içinde yaşadığımız doğayı, toplumu, sahip olduğumuz düşünceyi ve onların yasalarını öğrenmek için sürekli uğraşacağız sonra bunları kendi hayatımıza uygulayıp hayatımızın tahlilini yapacağız ve problemlerin kaynağını bulup onları aşmak için bir plan, strateji kuracağız. Ardından bunu hayatımıza uygulayıp, yaşantımızda gördüğümüz yanlışları düzelteceğiz, onlar düzeldikçe yeni şeyler öğreneceğiz, öğrenmeye devam edeceğiz, bir yandan bizden bağımsız olarak doğa ve toplum da değişeceğinden, sonuçta yeni bir irdeleme süreci başlayacak, bu iki süreç beraber işleyecek ve gelişecek, bilinçli yaşam böyle bir olgu sanırım. Eyleme dönüşmeyen "Bilinç", ne anlam ifade eder? Onu da geçtim, zamanla gerçeklik tarafından değişime uğrar, ama yaşantımıza göre yapabilir bunu ancak. Biz yaşantımızı, doğru bildiğimiz şekle sokmaya uğraşmadığımız için, yanlış yaşantı kafamızdaki doğruları yavaş yavaş kendine dönüştürür. Ve tabi, düşüncemiz ve yaşantımız çelişiyorsa, bu da başlı başına sağlam bir mutsuzluk sebebidir. Çünkü hayatımızda hiç problem olmasaydı, düşünce ve yaşantımız birbiriyle çelişir miydi?


     Peki bilinçli bir insan, toplumsal problemler ile tek başına mücadele edebilir mi? Yoksa o da sonunda delirmeye mahkum mudur?


     İnsan, ilişkilerinden bağımsız değildir. Çünkü hep beraber üretiyor, hep beraber öğreniyor, sonuçta hep beraber yaşıyoruz. Ne kadar doğru yaşamayı bilirsek bilelim, bunu tek başımıza gerçekleştirmeye uğraşırsak, bunun imkansız olduğunu görürüz çünkü hayatımızı tek başımıza yaşamamaktayız. Biz, yalnızca bizden ibaret değiliz ki. İlişkiler yaşamımızı etkiliyor, zaten en başta bize insanlığı öğretiyor. Sonra yaşamımız da o ilişkileri etkiliyor ve bu sürekli etkileşim hayatımızı oluşturuyor. İnsanın toplumsal bozukluklardan, yalnız kendini "Aydınlatarak" kurtulabilmesi mümkün değildir. Bizimle yaşıyorsa, bizim kadar delirecek. Demek ki yine, bu konuda da toplumsal olmalı insan. Onun hayatı, kolektif bir hayattır, tanımı böyledir.


     İşte burada, ilişkilerimizdeki bozukluklar bir bir önem kazanmaya başlıyor. İnsanlar hayat ile beraberce, örgütlü mücadele vermedikçe delirmeye mahkum. Dostluk, aile, bütün anlamlarıyla insani ilişkilerimiz, hayata tutunmamızı sağlayan ve onu oluşturan temel ihtiyacımız. Sizce ilişkilerimiz hayata mı, yoksa ondan kaçmaya mı yönelik?


     Gittikçe saçmalığa dönüşüyor sohbetlerimiz, örneğin. Çünkü gülmek, düşünce akışının kırılmasıyla bağlantılı. Bir insan karşısındakinin düşünce akışını ne kadar yaratıcı, beklenmedik ve hızlı şekilde kırarsa, o kadar fazla güldürebilir onu. Eh, biz de yalnız ve yalnız mutluluğun kendisini aradığımıza göre, bu gülmenin içeriğinin neredeyse hiçbir önemi yok. Sonuçta, bütün konuşmalar birer saçmalığa dönüşüyor.


    Bu konuda küçük bir gözlem de yaptım kendi çapımda. Oturup dinledim sadece. Bir süredir dikkatle dinliyorum çevremde konuşulanları. Önemli konu başlıklarını şöyle bir sıralarsam:


-Cinsel ilişki: Üreme ve esas olarak insani ilişkilerden kopuk, tamamen sosyal statü edinme ve orgazm üzerine kurulu konuşmalar. Kadın bedeninin bir mal olarak görülmesi, bunu elde eden erkeğin başarılı erkek olması demek. Peki insanlığın bir yarısını mal olarak gören ve buna göre yaşayan bir birey, ne kadar doğru düşünür, ne kadar doğru yaşar, ne kadar sağlıklı ilişkiler kurabilir? Peki, insani ilişkilerden kopuk cinsel birleşme tam olarak ne kadar keyiflidir? Zaten bütün sapıkça, şiddete yönelik cinsel fanteziler aslında birbirimizden nasıl da nefret ettiğimizi ortaya koyuyor. Cinsellik yine de doğal bir ihtiyaç. Onun bu derece bastırılması ve buna rağmen ödüle dönüşmesi, inanılmaz çarpıklıkları beraberinde getiriyor.


     Cinsel ilişki konuşulması gereken önemli bir konudur çünkü bir ihtiyaçtır. Ama insani ilişkilerden kopuk ele alınamaz ve erkekleri başarılı yapmadığı gibi, kadınları da mal haline getirmemeli. Yolda gördüğünüz iki çift düzgün bacak size gerçekten çok güzel görünüyor mu? Madem öyle, neden bunu dillendirmeden duramıyorsunuz? Bacakları güzel bulabiliyor olmanız, "ERKEK!" olduğunuz anlamına mı geliyor? Neden bir erkek, başka bir erkeğe anlatmadan takdir edemiyor bacakların güzelliğini? İki adet, bildiğin normal bacak, nasıl güzel olabiliyor? Tamam, üreme ile ilgili doğal bir beğeni bu bacak beğenisi de arkadaş, biz hayvan mıyız ki tüm sosyal bağlarından koparıp yalnız iki bacak olarak sevebiliyoruz insanları?


-Dış Görünüş: Buna nasıl isim versem bilemedim ama alışveriş, giyinme, şekilli saçlar ve benzeri konulardan oluşuyor. Yine cinsel ilişki ve sosyal statüye yönelik. İnsanların birbirlerine, kendilerini pazarlamasından ibaret. Ne yazık ki bazı fakir insanlar, ne kadar güzel giyinirlerse giyinsinler ceplerinde para olmadıkça pek işe yaramayacağını bilmiyorlar. Bütün bu şekil giyinme, lüks yerlerde para harcama ve benzeri olaylar, insanların kendilerini pazarlarken yaşam standartlarını göstermek adına bilinçsizce sergilediği hareketlere dönüşüyor. Aksak'ta çalıştığım dönemden ne kadar güzel kazıklar yediklerini biliyorum insanların. Dandik bir şaraba ve iki parça ete, sırf "Elit" görünen (Caz çalıyor ya ondan herhalde) bir mekanda, bir kaç kuruşluk bir mumun ışığında yüz liranın üzerinde para ödemek, alım gücünü göstermekten başka ne işe yarayabilir? 


     Tabi temiz ve estetik giyinmek, görünmek önemli. Düzenli, temiz, sağlıklı insanın hayatı da buna uygun olur ve bu güzel bir şey. Ama bu, yaşamın bir dışavurumudur, kendini pazarlamak için insani ilişkilerden kopuk biçimci bir tüccarlık değil. İnsanın güzelliği, yaşamından gelecektir zaten. Yaşamadığımız biriymiş gibi görünmeye uğraşmak boşuna değil mi? Tabi, genciz, hala aile parası yiyorken böyle görünmek ve "Eş" bulmak kolay, ona bir şey demiyorum. Ama kendi hayatımızı kurduğumuzda, bu hayat nasıl bir hayat olacak ve hala olduğumuzdan farklı görünebilecek miyiz? İnsanlar yalnız görünüş değil, sağlam bir yaşam beklediğinde bizden, bunu onlara sunabilecek miyiz? Başınız ağrımıyor mu?


-Eğlence: Konserler, etkinlikler, gezip tozma. Hepimizin içerisinde gezmek, tozmak isteyen bir motorcu yatıyor. Neden? Çünkü şehir, baş ağrısı haline gelmiş yaşantılarımızın mekanı. Bütün bunları bırakıp gezmek, ne kadar güzel olurdu. Pikniğe gitmek mesela. Beton denizinden, sinir bozan gürültüden, kirli havadan kurtulmak, gökyüzünü, ağaçları görebilmek, sadece doğanın sesini duymak, çimlere uzanmak, mangal kokusu, top oynamak, sohbet etmek. Ama, geride bıraktığımız problemleri peşimizde sürüklemeyecek miyiz? O problemler, bizi oluşturmuyorlar mı? Kendimizi geride bırakabiliyor muyuz? Yaşadığımız yerden kaçmak için değil de, gerçekten yeni yerler görmek, ufkumuzu genişletmek için gezebilsek ne kadar güzel olurdu. Yaşadığımız yerden kaçmaya uğraşmamız ne kadar acı.


     Hepimiz arada bir bara gitmek, müzik dinlemek ya da ne bileyim sinemaya gitmek gibi şeyler istiyoruz. Yaşantımız hayattan kaçmaya yönelik olduğu gibi, sanatsal bakışımız ve beğenilerimiz de öyle. Alkol almak ve müzik dinlemek, ne ara beraber sürdürülebilir eylemler haline geldi? Müziğin kendisi, uyuşturucuya döndüğünde sanırım, değil mi? Ya da dans edip kendimizi kaptıracağımız tekrara dayalı insanı transa sokan müzikler, bilincin kapanması, hayattan kopma çabası değil mi?


-Saçmalık: En büyük bölüm. Ama gerçekten saçmalıktan bahsediyor, konuşmaları aşağılamak için söylemiyorum. Tamamen saçmalık. Güldürme amaçlı. Ne kadar saçma olursa, o kadar komik. Her alanda olduğu gibi insanı iletişim de mutluluğa indirgenmiş. İşte size içerikten koparılmış saf mutluluk, saf eğlence; saf saçmalık.


-Yaşamsal problemlere dair yakınma: Şaşırtıcı derecede az. Sadece yakınmadan ibaret, çünkü kimsenin doğru düzgün yorum yapacak kültürel birikimi yok. Yatıştırma, teselli etme ve görgü kurallarını yerine getirip, boşverme evresi. Eleştiri yok, çözüm önerisi yok, zaten öyle bir beklenti de yok.


    İşte, bir kaç aydır dikkat ettiğim konuşmalarda, yukarıdaki konuların dışına çok az çıkıldı. Bir iki tane nadir an hatırlıyorum gerçekten. İlişkilerimiz de, yaşantımıza göre şekillenmiş. Baş ağrısına dönüşmüş. Konuşmalar, gerçek eylemlerden bağımsız olamaz. Peki ne yapıyoruz gerçekten, ilişkilerimizde? 


     Sosyal çevremdeki aktiviteleri sayayım. PES adında gerçekten sinir bozucu ve beceriksizce yapılmış bir futbol-bilgisayar oyunu oynuyoruz mesela. Çünkü yalnız zaman geçmiyor. Beraber olmak daha güzel. Ama paylaşacak hiçbir şeyimiz yok. 


     Geçen bir kere satranç oynamıştım, tamamen şans eseri mat ettim. 


     Onun dışında tiyatro oyunu sahnelemeye uğraşıyoruz, ama tek umursadığımız şey eğlenceli zaman geçirip sosyal ortam edinmek ve beraber olmakmış gibi geliyor bana. Çünkü ne paylaşıyoruz da, sahneye çıkıp anlatalım? Brecht, neden umurumuzda olsun? 


     Müzik yapıyorduk -şimdi ben pek yapamıyorum gerçi ama- oldukça da eğlenceliydi. Sahneye çıkıp bir "Rock star" gibi hissetmek. Onun dışında içmek. Bağırıp çağırıp stres atmak. Ayda bir kaç saat sahnede mutlu sarhoşlar oluyorduk. Onun dışında stüdyolarda ayıkken ortaya çıkıyor her şey, gerçi. Kimse müzikten sıkıldığını itiraf edemiyor. Kutsal bir şey ya müzik. Artık dinlenmeyen grupların parçalarını aynen kopyalarak "Rock Star" olunmayacağını öğrenemediğimizden, neden mutsuz olduğumuzu çözemiyoruz da. Üretecek bir birikimimiz de yok. Denemedik değil, denedik, olmuyor. 


     Ha bir de eylemlere katıldık tabi. "Yapmayın kardeşim böyle şeyler!" diyebildik ama, o kadar. Yine evlerimize çekildik işte. Bir güzel de dayak yedik. Kötü mü oldu, hayır, bir sürü faydası oldu bu eylemlerin neslimize ama tek başlarına hiçbir işe yaramazlar. Devamında ne olacak? O önemli. Sonsuza kadar çıkıp bağırabilir ve dayak yiyebiliriz çünkü. Ne isteyeceğiz? Nasıl isteyeceğiz?


     Hayatımız yalnızca bize dayatılanlardan ibaret. İşe gitmek ya da okul okumak. Tek önemli problemlerimiz bunlar -Ki bu tek başına yanlış bir durum değil-. Öğrenmemiz gereken şeyleri önümüze birileri koyuyor. Öğreniyoruz. Yapmamız gerekenleri birileri söylüyor. Yapıyoruz. O kadar. Borçlara, geleceksizliğe, fakirliğe, bilmem neye karşı ne gücümüz var ki? Ayrıca kim arkadaş o birileri? Onun dışında bütün bu geçiştirmeye yönelik yaşantımızın doğurduğu çarpık ilişkilerimizin saçma sapan problemleri var. Sevgilimiz arıyor bir kaç kere kere, görmüyoruz, sonra görünce "Kaç kere aradım, neden açmadın?" diye kızıp, bağırıp telefonu kapatıyor mesela. Yahu neden cevap vermeyelim ki değil mi görmüş olsak? Bu yüzden kavga mı edilir? Böyle ilişkiler kurduğumuz bir hayatta, tam olarak ne kadar değişiklik yapabiliriz? 


     Kısaca hayatında problemler varsa, kendini sevmeyeceksin. Mutsuz olacaksın. Sonra kendini sevmediğin için kendini değiştirmeye uğraşacaksın. Bilinçli şekilde mücadele edeceksin kendinle. Ama sen tek başına kendini oluşturamadığın, tek başına yaşayamadığından bunu dostlarınla beraber yapacaksın. Eğer onları sevmiyorsan onları değiştirmeye uğraşacaksın ki kendini sevmeyip de dostlarını gerçekten sevmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Yani, yerlerine başkalarını koymaktan bahsetmiyorum bu arada. Beraber değişeceksiniz onu diyorum. İşte bu noktada onlar da sana karşı mücadele etmeye başlayacaklar. Bu keyifli ve faydalı bir mücadele aslında. Gerçekten beraberce yaşıyor olacaksınız o zaman. Sonra hep beraber yaşantınızı değiştirmek için uğraşabilir, birbirinize destek olabilirsiniz. Olabiliriz yani. 


    Ve gerçek mutluluk da böyle gelecek sanırım. Uzanıp müzik dinlediğimizde, ya da bir ağacın altına oturup doğayı duyumsadığımızda, ya da yalnızca sohbet ettiğimizde, bizi hayattan koparacak şeyler değil, tam tersine bizi ona karşı silahlandıracak umutlar bulacağız. Sonra sahneye çıktığımızda anlatacak şeylerimiz olacak, hep beraber. Bir insanı tanımak ve ona kendini anlatmak harika bir deneyim olacak mesela. İnsanlar bizi yaşamaya itecekler. Daha çok şey paylaştıkça, daha dolu yaşayacağız, dolu yaşadıkça paylaşacak daha çok şeyimiz olacak. Sevdiğimiz insanlar bizimle gurur duyabilsinler diye, sigarayı bırakabileceğiz mesela ne bileyim. Mutlu olmak "Elit" bir mekana, lüks bir arabaya, motora ne bileyim şekil giysilere, saçlara değil, bir bütün olarak karşımızdaki insana bağlı olacak gerçekten. 


     Kısaca, sanıyorum ki problemleri aşabildikçe ve birbirimize destek olabildikçe gerçek mutluluğu tadabiliriz, ancak. Bu hiçbirimizin tek başına başarabileceği bir şey değil üstelik. Öyleyse bırakalım saçmalamayı, zaman öldürmeyi, hayatı geçiştirmeyi. Gerçek mutluluğun peşine düşelim. Beraber olmak baş ağrıtıcı bir zorunluluk olmaktan çıkarsa ilişkilerin her anı içten, doğal, samimi olacaktır. Hayat da öyle. 

5 Kasım 2013 Salı

Hayatın Amacı Üzerine

Yanlışlıkla kola içtiğim için sabahın bu saatinde hala ayaktayım. Aslında yazıyı gündüz yazacaktım, not almıştım, ama kola içmiş bulunduğumdan deli gibi uykum olmasına rağmen uyuyamıyorum. İnsan yanlışlıkla kola içer mi?

Hayatın amacı üzerine hepimiz çok zaman düşünmüşüzdür. Hepimizi genelleyen bir kavramdır hayat. Bu bütünlüğü düşünmemek elde değil. Gerçekten, nedir hayat? Neden var? Amacı nedir? Herkes için genellenebilecek bir amacı var mı? Onu geçtim, tek bir kişinin özelinde bile olsa, genel bir amacı olabilir mi?

Nasıl başlamış, bilgim yok henüz. Çok çeşitli fikirler olduğuna eminim. Benim de basit fikirlerim var. Ama asıl ilgimi çeken şey, hayatın başlangıcı ile beraber, zorunlu olarak ortaya çıkan ölüm gerçekliği. Bu, hayata, hayatta kalmak gibi basit ve temel bir ihtiyaç ekliyor. Sırf bu yüzden çok basit bir şekilde başladığına inandığım yaşama durumu, canlılık, akıl almaz bir süre boyunca yine akıl almaz karmaşıklıkta gelişiyor, yaşama savaşı yüzünden, ölüm gerçekliği yüzünden. Tabi buradaki ölüm kavramını gündelik hayatta algıladığımız gibi algılamak, canlılığın gelişimi içerisinde her döneme uygun düşmeyecektir diye tahmin ediyorum. Ama ölüm canlı olma durumunun sona ermesi demektir, bu da nesnenin canlı hale geçiş sebebine ters düşer, çatışma buradan doğar. Yani başta o da gayet basit.

Kısa sürmüş olan yaşamımda uzunca bir süre, hayatın amacının mutlu olmak olduğuna inandım. Bu özellikle seçtiğim bir cevap değildi. Soruyu sorduğumda, otomatik olarak gelen ilk cevaptı. Mutluyken.. Mutluyum işte sonuçta, ne bileyim? Mutluluğu haklı çıkarmaya başka ne mazeret gerekir? Sonra, ilginç bir soru sordum kendime. Mutluluğun, bir tür ödül mekanizması olduğu kanısına vardım. Bu mekanizma, yaşamamız için gerekli olan şeyleri yaptığımızda bizi mutlu ediyor, yok yapmadığımızda mutsuz ediyor, bu yolda bizi cesaretlendiriyor, heyecanlandırıyor, önümüze engel çıkınca sinirlendiriyor, yani kısaca bizi bir sonuca doğru iteliyordu. Bu durumda, kendimi yalnız mutluluğun kollarına bıraktığımda, tamamen içgüdülerime mi teslim etmiş oluyordum? Bu doğru bir yaklaşım olur muydu?

Hala, mutlu olmaktan daha güzel, daha mantıklı, daha basit ve anlaşılır bir amaç bulabilmiş değilim, onu belirtmek isterim.

Bu konuda düşünürken kendime sorduğum (Kendime sorduğum diyorum hep ama siz bunun uzun bir tartışma-öğrenme-az çok okuma süreci olduğunu anlayın, yoktan fikir üretiyor değilim) önemli sorulardan bir diğeri, hayatın amacının tek olup olmadığıydı. Doğmuşuz, öleceğiz, mutlu olsak ne olur, olmasak ne olur, şunu yapsak ne olur, bunu yapsak ne olur, toz olup gitmeyecek miyiz? Bir türlü anlam veremiyordum. Garip geliyordu. Sonra, boşa düşündüğümü fark ettim, açıkçası. Size de mantıklı geldi mi? En mutlu anınızı düşünün.

Benim en mutlu anım güzel bir hanım içeriyor. Böyle bir anınız vardır sanırım. Çok basit bir an belki ama, el ele tutuşmak, değer verildiğini, sevildiğini gösteren bir bakış, yine aynı şeyi gösteren ses tonu olabilir örneğin, sadece bir yerde sarılıp oturmak ve sevildiğini hissedip aynı şekilde sevmek. Basit bir an. Böyle bir an için yaşanmaz mı?

Aslında boşa düşündüğümü fark etmemin sebebi, nasıl olsa ölemeyeceğimin bilinciydi. Canlılığın kendisiyiz yahu. Ölürsek olur mu? Olmaz. Demek ki yaşayacağız. Yine en mantıklısı da mutlu olmak için yaşamak. O zaman geriye nasıl yaşayacağımız sorusu kalıyor.

Mutlu olmak gibi basit bir amaçla başlıyor çatışma. Mutsuz olmak, ölmeye benziyor. İkisi de kaçınılmaz. Ama korkmaya da gerek yok.

Basit bir dizge kuralım.

Temelimizde yaşam-ölüm çelişkisi var. Canlılık-cansızlık yani biz olmak ve olmamak. Hayatta kalma mücadelesi.

Bunun üzerine, savunma mekanizmamızı da ekleyelim. Bu bizden bağımsız ikinci bir bilinç, yaratılıp içimize konulmuş ya da ne bileyim bizden ayrı bir mekanizma değildir. Bu bizzat biz olduğumuz için kaçınılmaz olarak var olan temel mantıklar üzerine işleyen, evrimsel sürecin de katkısıyla oluşmuş bir mekanizma. Yaşamak için gerekenleri yap ve mutlu ol.

Bunun üzerine hemen ilk kurgumuzu oluşturalım. Yaşamak için, yemek yemek zorundayız. Aç isek ve evde yemek var ise, daha doymadan mutlu oluruz ve heyecanlanırız -ki yemek yiyelim. Mutluluk bu kadar basit. Kurguyu karmaşıklaştırmak gibi olmasın ama bacaklarımı uzatıp güzel bir film ya da dizi izlerken karnımı doyurmak kadar mutlu olduğum sayılı şey vardır herhalde. Sonuç? Mutluluk basittir.

Üzerine, ikinci bir kurgu koyalım. Yaşamak için, barınmak zorundayız. Soğukta, karanlıkta, kısaca dışarıda olmamamız gereken zamanlarda başımızı sokabileceğimiz, dinlenebileceğimiz, kendi başımıza güvende olabileceğimiz bir yerimiz varsa, mutluyuzdur. Uzun bir günün ardından eve giderken heyecanlanırız. Eve varınca, hop, yine mutlu oluruz. Yine mutluluk basitmiş.

Üzerine bir kaç kurgu daha eklenebilir ama, temel mantık görünüyor. Mutluluk basit. Olmalıydı. Ama, gerçeklik kurgularımız kadar basit değil. Olsa, ne güzel. Neden değil, çünkü mutsuz da oluyoruz. Hatta tahminimce öyle çok süper hayatlar yaşıyor değiliz. Demek ki kurguya devam.

Madem gerçeklik, kurgularımız kadar basit değil, o zaman bunun üzerine kurgularımızı derinleştirmeye uğraşalım. Neydi? "Evde yemek var ise", daha doymadan mutlu oluyorduk. Evde yemek var mı? Olmayabilir. Yaşam-ölüm, canlılık-cansızlık, tokluk ve açlık. Çatışmalar çeşitlenmeye başladılar. Demek ki doğru yolda gidiyoruz. Burada biraz temele inersek, evde yemek olması için önce bir üretim süreci olması gerektiğini görürüz. Demek ki yapımızı sağlam kurmadık. Bu gerçekliği de temele dahil etmeliyiz. Üzerine yeniden kurmalıyız. Bütün bu süreci atlayalım. İnsanız, üretebiliriz, binlerce yıldır yapıyoruz bunu, o kadar da karmaşık değil sanırım. Ürettik, yedik, hop, yine mutluyuz. Olmadı..

Yazıma burada ara verip dişlerimi fırçaladım. Tıkandım aslında biraz. Dişlerimi fırçalayınca da otomatik olarak kahve yaptım. Ama kahve içmemeliyim, saat beş buçuk arkadaş. Yapmış bulundum. Çünkü her sabah dişlerim fırçaladıktan sonra, kahve içiyorum. Diş macununun tadı, kahve istememe sebep oldu. Karşı koyamadım.

Tıkandım çünkü basit bir soru geldi aklıma. Üretmeyi nereden öğrendik? Temelimizde böyle bir şey yoktu. Bu buraya nereden geldi? Tabi ki toplumdan öğrendik. Bir dakika.. Konuşmayı nereden öğrendik? Bu kadar temel bir şeyi nasıl atlarız? Temelimiz nasıl bizde olmaz? Haydi üretmeyi öğrendik diyelim, evimizi, giysimizi, yemeğimizi, silahımızı, ne bileyim üretecek çok şey var. Hepsini nasıl üreteceğiz? Hepsi için en temele toplumu da koymak gerekiyor, yoksa mutsuz oluyoruz sanırım. Olmadı, çok karıştı işler. Toplum oraya nereden geldi? Bizden bağımsız mı? Biz (Bağımsız) değiliz çünkü. Biziz hatta, sanırım. Tamam, biziz. Biz nereden öğrendik üretmeyi?

Doğadan. Bu da, temele bir kavram daha ekliyor. İlk öğretmen doğa, insan her zaman öğrenci.

İşler karışıyor. Tamam, hep beraber ürettik, yedik, mutlu olduk. Basitmiş. Yine bir yanlışlık var, çünkü biz mesela ailece üretiyoruz. Annem babam çok üretmiş benim mesela. Ben az üretsem de abim de üretiyor epey. Yine de dolapta yemek olmama ihtimali git gide artıyor. Temelde yine bir şey eksik ama ne eksik? Bir türlü mutlu olamadık gitti.

Tersten bakalım. Çok mutlu insanlar var be. Yani ne bileyim mesela bir millet vekiline bakıyorsun, diyorsun ki herhalde adam üretmiş de üretmiş, durmamış dinlenmemiş üretmiş. O yine iyi kimileri var, ne bileyim inşaat işleriyle ilgileniyor olsun mesela, dersin ki bütün şehri elleriyle inşa etmiş. Dokunmadık tuğla bırakmamış. Nasıl bir mutluluk bu? Bir terslik olmalı. Çünkü dönüp gayet normal, sıradan bir işçiye bakıyorsun ve evet, o gerçekten durmadan dinlenmeden üretiyor da üretiyor. Ama mutsuz. Oturduğu evi de elleriyle yapmış, ev demeye zorlanıyorsun üstelik yasal değil. Diğer çok mutlu olan gökdelen dikiyor. Bildiğimiz fizik kurallarına aykırı arkadaş adam gökdelen dikiyor. Adamın oğlu var, nasıl mutlu. Oğul bu arkadaş daha yaşı kaç, ne üretmiştir? Babasından gizli sürat teknesi alıyor -Oo, daha fazla mutluluk, ama bu mutluluk katmanına geçmedik daha o bizden ileride- babası tehlikeli diye kırdırıyor tekneyi. Tekne arkadaş, oyuncak mı bu? Kırdırıyor adam. Sonra uçak alıyor gönlü olsun diye. Ben uydurmuyorum bunları. Hatta biri uydurmuş olsa derim "Arkadaş amma atıyorsun, bu kadar da abartma" diye. Bildiğin kırdırmış. Ne mutluluktur bu, tekne kırdırıyor insana?

Demek ki bazıları üretmeden mutlu oluyor -Çünkü kabul edelim o derece üretmek imkansız-, bazıları üretmesine rağmen mutsuz oluyor. Oysa ne kadar basitti, yemeği üret ve ye, mutlu ol. Nasıl böyle oldu bu işler?

Önümüze iki seçenek geldi. Birincisi gökdelen dikecek mutluluğa ulaşmak. İkincisi üret-ye-mutlu ol zincirini gerçeklik haline getirmek. İlk ihtimal daha güzel görünüyor çünkü o zaten gerçek, direkt gerçek. Kendimizi mutluluğun kollarına bıraksak, oraya ilerleriz büyük ihtimalle. O zaman ne yapmak gerek? Gökdelen mutlusu nasıl böyle mutlu onu bulmak gerek.

Öğretmenimize başvuralım. Öğretmenimiz, yani toplum, bize diyor ki, derslerine çok çalış, gözde mesleklerden birinin okulunu kazan, okulu başarıyla bitir, gel mutlu ol. Yine de o kadar karmaşık bir formül değil. Yapılabilir. Tamam, milyonlarca kişiyi geçip bir kaç binin içerisine girmek gerek o okulu okumak için ama yapılabilir (Gökdelen dikmekten kolay).

Demek ki ne yapmalıyız? Mutlu olabilmek için derslerimize sıkı sıkı asılıp, diyelim ki hukuk okumalıyız.

İki yerden birden durduruluyorum bu noktada. Daha yeni, az önce bir video izledim. Adamın biri, bir yarışmaya katılmış. Opera eğitimi almış. Sesi çok güzel, eğitimli. Adam şarkı söyleme işini yalayıp yutmuş. Şarkı olmuş şarkı. Nasıl da kibar, utanıyor ediyor. Bakınca diyorsun ki tamam bu adam yolunu bulmuş, okulunu okumuş, sesini eğitmiş, kendini de eğitmiş, bu mutlu olur artık herhalde. Yok arkadaş, adam çorbacıymış yahu. Arada -Eleman olarak- çorba yapıyor, arada kasaya bakıyormuş (Çorba yapmayı aşağılamıyorum hayır, çorbacılar mutsuz oluyorlar genelde yanlış hatırlamıyorsam problem o). E şarkı, ses, opera? Okul da okuduk.. Niye olmadı?

Bunu talihsiz bir örnek olarak sayıp okul okuma gerekliliğine inanmaya devam edelim. "İki yerden birden durduruluyorum" demiştim. Milyonlarca kişiden binlere girmek gerektiğini söylemiştik. Bunun için çok başarılı bir şekilde ezber yapabilmek gerekiyor. Ezber yapabiliyorsan başarılı olma ihtimalin epey artıyor. Tamam da, sen kimsin, ne özelliğin var da milyonlarca kişiden en iyi ezber yapan bir kaç binin içine girebiliyorsun? Bunu bulmamız lazım ki biz de girelim oraya. İşimizi şansa bırakamayız çünkü yaşamak bir kere değil mi?

Asıl problem, genellikle toplumun bize "Ders çalış" gibi şeyler demekten önce, "Dini bütün yaşa" diyor olması. Öyle yaşa ki öte tarafa gidip çok mutlu ol. Burada da acılara katlan. Sorgulama. Günde bir kaç saatte bir hareket yap, bir kaç söz mırıldan, paran varsa bir kaç günlüğüne aç doyur (Sonra ölseler de sana ne?), sevişme (Neden?), en başta Allah'a, sonra ne bileyim büyüklere, kadınsan erkeklere, işçiysen patronlara itaat et. Kısaca "Mutlu olmak için öl" diyorlar. Tamam ama biz bizzat mutluluğun kendisinin yaşam savaşından kaynaklandığını düşünmemiş miydik? Hangi mutluluk? Biraz sorgularsak görüyoruz ki yaşam savaşından bağımsız bir mutluluk yok. Ne oldu bu işler? Şimdilik geçelim burayı.

Önce bütün bu uğraşımızın gerekli olduğunu kavrayabilecek sağlam bir düşünce sistemi gerek. İşte burada işler iyice karışıyor. Altı üstü mutlu olacaktık. Neyse, nereden öğreniyorduk? Toplumdan. Yani bütün toplumdan öylece öğreniyor değiliz ya. Çevremiz küçük! Anne baba, belki bir amca, bir arkadaş, bu kadar çevre. Demek ki nereye doğduğumuz önemli. Hangi anne baba, hangi amca, hangi arkadaş? Basit bir ihtimal hesaplaması yaparsak, çorbacıya düşüyoruz. Opera okumamış olanı, düz çorbacı. Kendisi mutsuzdu, hatırlarsanız. Demek ki ilk öğretmenimiz mutsuz. Şimdi biz bundan nasıl mutlu olmayı öğrenelim değil mi, adam daha kendisi mutsuz. Nasıl öğreneceğimizi, yaşayacağımızı, neyi neden nasıl yapacağımızı çorbacıdan öğrenirsek ne oluruz? Çorbacı. (Tekrar söyleyeyim, aşağılamıyorum)

Haydi diyelim ki şanslıyız, belki çorbacı zamanında şanslıymış ve kitap okuyan bir nesle denk gelip okumuş, az çok bilgi birikimine sahip, bize bir yol açabilmiş, biz o yolu takip etmişiz, ya da şansımıza az biraz ürettiğinin karşılığı olan mutluluğu alabilmiş de göreli düzgün bir semtte oturmuşuz, devlet okuluna girmişiz, arkadaş çevremiz de iyi, böyle yuvarlana yuvarlana az çok doğruyu yanlışı ayırt eder hale gelmiş, okumamız gerektiğini sökmüşüz. Olmaz değil ya olur gayet. Şans da değil üstelik, o okuyan neslin mücadelesi sebep oluyor bunlara çünkü.

Başardık diyelim, sonunda önemli bir ilerleme kaydettik, gerisi basit olmalı. Örneğimize de sadık kalıp inşaat işi okumuş olalım, girelim inşaat işine, gelsin gökdelenler.

Bir dakika? Gökdelen mutlusundan bahsederken gerçek dışı geldiğinden durumu sorgulamamıştık, aklımız almamıştı çünkü ama şimdi buraya kadar gelince bir duraksamak gerekiyor. Gökdeleni nasıl dikeceğiz? Çünkü adamın yani gökdelen, senin benim değil ki, kendi mi dikmiş? Bilmem. Ama basitçe mutlu olmak için gökdelen dikmemiz gerekiyor, nasıl yapacağız?

Birileri bu gökdeleni dikip adama armağan etmiş olamaz ya?

Tamam, apartman dikerek başlayalım, sonra yavaş yavaş büyütelim, nasıl fikir? İnşaat işlerinden de hiç anlamam ama, öyle bir şey yapmak gerek ki iyice kar getirmeli. Demek ki ucuz olmalı. Öncelikle çorbacıdan da mutsuz birileri gerek. Düşünün yani o kadar mutsuz. İşsiz güçsüz. Ekmek bile alamadığı günler olmalı. Hem ucuz olur, hem ne dersek yapar, sorgulayacak hali zaten olmaz, mis gibi. Kim var ki böyle?

En acı dolu, çaresiz anlarınızı düşünün. Ne bileyim, boğulmak mesela? Ya da akıl almaz bir böbrek ağrısı. Ağır bir sakatlık? Neyse, boğulmak diyelim. Boğulan insan için, nefes alabilmekten büyük mutluluk var mı? Önüne dünyanın tüm gökdelenlerini dikseniz, nefes almaya değişir mi?

Çok var böyle insan. Şanslıyız. Hemen bir grup sefil çağırıp işe koyulalım. Tabi, malzeme de önemli. Mesela deniz kabuğu-tuzlu kum, çıt diye kırılan hurda demir, bunlar çok önemli şeyler. Ve, apartmanımız hazır. En ucuz işçiyle en ucuz malzemeden, bol karlı ve her nasıl olduysa bize ait. Ev fiyatları da öyle az buz değil, oradan da iyi mutluluk gelir. Sonra ver elini gökdelen.

Şimdi düşündüm de, apartmanı diken işçi de mutluluğunun peşinde. İnsan hiç mi düşünmez bu apartmanı ben diktim, eve niye ekmek götüremiyorum diye? Onu geçtim gökdeleni diken de mi düşünmeyecek? Apartman hadi yine küçük. Gökdeleni dikene ne demeli?

O değil biz nasıl diktik bu apartmanı? Bir miktar mutluluk gerekiyordu bunun için. Okul okuyunca öyle kendiliğinden cebimizde mi belirdi mutluluk? Her inşaat okuyan gökdelene mi koşuyor? Dur bakalım yapan nasıl yapmış, inceleyelim. Geliyorum birazdan.

Aa, adam okumamış iyi mi. Boşa mı okuduk biz o kadar? E biz ne yapacağız şimdi, okuduk da artık. Bilsek baba parası yerdik de o da yoktu ki baba çorbacı. Olmadı mı?

Neyse, yok yere okumuş olsak da, her mutlu olan baba parası yemiyordur herhalde. Hem belki okumuş olmak işe yarar, gökdelen dikecek kadar mutlu olmasak da idare edecek kadar mutlu oluruz o da yeter, o kadar yükseklere bakmaya gerek yok illa ki. Gökdelen dikene yardım ederiz. Hem okul da okumuşuz işten anlıyoruz. Nitelikli elemanız sonuçta. Bir ucundan tutarız işin. Nitelikli çok fazla eleman da yok zaten. İşe yaradık mı, biraz da bize verirler mutluluktan. Olabilir gibi görünüyor. Deprem olur, bir kaç sayı insan ölür, şehri inşa edenler evlerine ekmek götüremezler, olur böyle şeyler.

Gelin saçma sapan düşüncelerimizden sıyrılıp gerçekliğe bakalım:

Ailelerin yüzde 1.2’sinin aylık geliri 5.600 TL ve üzeri.
Ailelerin yüzde 3.8’inin aylık geliri 3.200-5.500 TL arası.
Ailelerin yüzde 16.5’inin aylık geliri 1.900-3.000 TL arası.
Ailelerin yüzde 16.9’unun aylık geliri 1.250- 1.870 TL arası.
Ailelerin yüzde 23.1’inin aylık geliri 815-1.200 TL arası.
Ailelerin yüzde 32.1’inin aylık geliri 450-810 TL arası.
Ailelerin yüzde 6.4’ünün aylık geliri 430 TL civarında.
Araştırmadan çıkan bu veriler Türkiye’deki hanelerin %61.2′sinin ayda 1200 TL veya altında gelirle hayatta kalmaya çalıştığını gözler önüne seriyor. TÜRK-İş ve DİSK’in tespitlerine göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının aylık 1050 TL civarında olduğu göz önünde bulundurulursa Türkiye’de halkın üçte ikisi açlık sınırının ya altında ya da bu sınıra çok yakın bir gelirle hayatta kalmaya çalışıyor.
Verileri doğru kabul edersek basit bir ihtimal hesaplaması yaptığımızda girmeye çalıştığımız kesimin yüzde üç olduğunu görüyoruz. Nasıl bir okumadır ki bizi bu kadar özel kılar? Oysa o kadar da zor görünmüyordu okumak ve yuvarlanıp gitmek. Madem o kadar zor değil, insanlar bunu neden becerememiş? Garip, değil mi?

Altı üstü üretecek, yiyecek, mutlu olacaktık, neler oldu..

Şimdi önemli bir noktaya geri dönelim: Mutlu olmak için öl! Noktasına. Okuduktan ettikten sonra, Pink Floyd'un Dogs isimli parçasına konu olmaya uğraşıyorduk ve mutlu oluyorduk. Aha işte, bu ölücülerden olmayınca istediğin kadar oku yine iş bulamıyorsun. Şimdilik yine bırakalım, devam edelim.

Başardık diyelim yahu, başardık. Bir sürü gökdelenimiz var. Ne oldu şimdi, mutluluk-mutsuzluk çatışması bitti mi? Ölümsüzlüğe mi ulaştık? Bu bile biraz basit geldi düşününce.

Öncelikle gökdelenlerin bize ait olduğu sorgulanmamalı. Çünkü benim deyince benim olmuyor ya? Gökdelen dikecek emek harcamış da değilim. Mümkün de değil zaten problem o. Bir sürü işçi hayatı boyunca benim mutluluğumu koruyabilmek için köpek gibi çalışacak. Bu biraz kırılgan bir durum gibi görünüyor. Önce bu arkadaşları iyice parasız bırakmak lazım. Yoksa hem başka işe yönelebilirler ya da biriktirip kendi işlerini kurabilirler, hem de şöyle bir nefes alıp "Yahu?" diyerek sorgulamaya başlayabilirler. Öte yandan ucu ucuna yaşayabilmeleri de lazım tabi. Neyse ki para benim elimde, sıkıntı yok. Hayat pahalı olsa, bunların maaşı yetmese, bunlar borç kredi çekseler benim bankamdan, öyle hayatları boyunca işe muhtaç kalsalar güzel olurdu. Aslında işim rahat çünkü para bende, mutluluk bende. Dilediğime veririm, dilediğime vermem. Bu yüzden yönetim de bende, polis de bende, asker de bende, olur da baş kaldırmak gibi bir işe girerler vurdururum kafalarına, döve döve alırım mutluluğumu. Basit, gördünüz mü, mutlu olmak çok basit. Öyle her önüne gelen apartman diksin de istemem. Bunun için okuyan nesil istemem mesela. Okuyan mı var, vur kafasına. Kıpırdanan gördün mü yapıştır. Medya da bende, okul da bende. Eğitim dersen eğitim bende. Basit işler bunlar. Mutlu olmak için ölmeleri gerektiğine inanıyor bu insanlar, bundan güzel ne olur benim için? Zaten bana yaşıyorlar, bana! Umutlarını öldükten sonraya saklayanlar yaşarken kafalarını niye kaldırsınlar?! Hop, din adamları da benim, din de benim! Binlerce yılın deneyimlenmiş mutlulukları bende, okuyacak zaman bende, teknoloji bende! Çok mutluyum, mutluluk basit bir şey, çal çırp, ez, döv, toplu döv, öldür, hapse at, işkence et, kıvama getir, eğit, yönlendir, hatta onlardan biri gibi davranacak sanatçı bul mesela o içeriden yönlendirsin ne bileyim, savaş, atom bombası at!.. Basit çünkü senlik pek bir şey yok aslında. Sen daha çok uçağa bin, tekneye bin, Dünya'yı gez, yüz, oku, eğlenmene bak, hayatın tadını çıkar.

Başardık sanırım. Yani tam bir yol belirleyemedim ama kendimizi mutluluğun kollarına bırakırsak buraya sürükleniyoruz ve okuduğum bazı hayat hikayelerine, kişisel gelişim kitaplarına göre, bir sürü çok mutlu adam hep sıfırdan başlamış, olmuş. Yani mutlu olmak için ne yapmak gerekiyormuş?

Aa, evet. Bütün bu mutlu olanlar hırsızlar ve katiller.

Aslında hırsız ve katil olarak mutlu olabilme ihtimali dahi bizi bir yere taşımıyor. Beceremedik bence. Ben becersem siz beceremediniz, sen becersen biz beceremedik. Olmadı.

İçim karardı, tıkandım, yazmak istemiyorum. Geri dönelim. Mutluluğun basit olduğu anlara. Kız erkek ilişkilerine dönelim evet, oralara dönelim, oralar güzeldi.

İki insan birbirine, gökdelenlere bakar gibi bakabiliyor. Buraya döndüğümüz iyi oldu, ne zaman umut arasak buraya dönelim. Bir annenin bir çocuğa baktığı ana dönelim. Masum çocukların yaşadıkları masum aşklara dönelim. Bir elin bir elde bıraktığı sıcaklık hissine dönelim. Mutluluk tekrar basit.

Hayat kuracak bir eş bulmak zor değil. Hayat kurmak zor. Onca sene pisliğin içerisinde değersiz bir araç olarak kullanıldıktan sonra birinin sana özel olduğunu hissettirmesi iyidir. Ama onu hissedebilecek kadar nefes alabilmek de gerekir. Boğulmayı hayatın gerçekliği zanneden insanlar birbirlerini boğazlıyorlar. Onca yıl ezil, aç kal, sefil kal, cahil kal, patron azarı işit, hayattan nefret et, kendinden nefret et, bir yerde patlar insan değil mi? Buna güvenmeliyiz sanırım. İnsanlar böyle yaşayamazlar bir yerde ayaklanmaları gerekir, cinnet geçirmeleri gerekir. Bir dakika, o cinnet, birbirini boğazlamak sanırım.. Bu da mı olmadı?..

Bütün bu kurguda, ikinci seçeneği düşünmenin zamanı hiçbir zaman geçmeyecek. Üretme-yeme ve mutlu olma basitliğini, gerçeklik haline getirmek.

Bir noktaya kadar temellerimiz hazır. Bir noktadan sonra işler değişiyor.

Kendimizi mutluluğun kucağına bırakmıyoruz, çünkü öyle yaparsak sürüklenip gidiyoruz ve bu başıboş bir sürüklenme değil, önceki yazılarımda düşünmüştük.

Öyle ya da böyle ezileceğimiz gerçeğini kabullenmeliyiz. Demek ki dünyamızı öyle bir genişletmeliyiz ki, ezmeye güçleri yetmesin. Hatta nerede doğduğumuzun bir önemi kalmasın. Okumak, yazmak, sevmek, sevilmek, oynamak, gezmek, ne olursa.

Gerçekliği değiştirmeye çalıştığımıza göre, onu bilmeliyiz. İlk öğretmen olan doğadan başlayarak toplumsal yasaları çözümlemeliyiz. Bunun için en iyi yol yine okumak çünkü denenmiş ve epey ilerleme kaydedilmiş bu konuda.

Sonra okul okumalıyız. Çünkü, fark ettiyseniz iki yol vardı ve ikiye ayrıldık. Bir dünya düşünün ki bütün sanatçılar Serdar Ortaç. Bütün doktorlar para için mesleğini satan insanlar, kadın hastaya, ne bileyim eylemci hastaya, işine gelmeyen hastaya bakmayan doktorlar, bütün inşaatçılar kumu denizden demiri hurdadan çeken adamlar, bütün öğretmenler ezberci öğretmenler, uzar da uzar. Nasıl kaldıralım kafamızı? Demek ki bizim de bilim adamımız olmalı, bizim de doktorumuz, öğretmenimiz, gazetecimiz, sanatçımız olmalı ki mutlu olalım.

İnsanın ne olduğunu bilelim. Ona değer verelim. Yaşamaya da değer verelim. Birlikte yaşamak zorunluluğunun farkına varalım. Omuz omuza yaşayabilelim. Böylece eşimiz dostumuz çocuğumuz ile beraber yaşayalım, boğulmayalım. Elimizden geleni yapalım, sonra mutlu olma işini çocuklara bırakalım, onlar daha ileriye taşırken bu görevi, mutlu ölelim, toz olacaksak önce şöyle bir yaşayalım.

Kısaca mutluluk, yaşamın dayattığı sorumlulukları yerine getirip, o dayatmadan kurtulmak ve yaşamı yeniden üretebilmektir diyebiliriz eğer yanlış kurmadıysak dizgeyi. Bunun için iki yol var. Bir yanda ezmenin, cinayetin, hırsızlığın serveti, diğer yanda dik durmanın, sevginin, üretmenin mutluluğu. Başka yol var mıdır?

.






29 Ekim 2013 Salı

Yazmak

Bu blogu açma amacım, bir anlamda günlük tutmaktı. Bir kaç sefer, direkt olarak günlük tutmaktan, bir deftere an itibariyle düşündüklerimi yazmaya kadar bir kaç deneme yaptım. Yine de düzensiz oldular ve devamlılığı sağlayamadım. Ama bunu yaptığım dönemler düşünsel olarak daha hızlı ilerlediğimi hissettiğim dönemler oldu hep. Kafamda düşünceler bir çok katmanda sürekli olarak akmakta. Bunlar, çeşitli durumlarda yine çok katmanlı bir şekilde ön plana çıkıyorlar ama düzensizler ve genellikle bilinçsizce akmaktalar. Bunları, düşünsel bir inceleme ile düzene soktuğumda, yani sistemli düşünüp derine indiğimde, daha fazla kemikleşiyorlar, böylece daha derine inme şansım arttığı gibi onlara ihtiyacım olduğunda elimde daha temelli fikirler bulunuyor. Eğer onları bir başkasına, konuşarak aktarırsam, bu kez hem işin içine ses giriyor ve bağdaştırma gücüm arttığından bu kemikleşme daha güçleniyor, hem de işin içine diyalog giriyor, hem karşı tarafın fikirlerini hesaba katmak gerekiyor, hem taktiksel bir planlama işlemi doğuyor, hem karşı tarafın beklentilerimi kıran karşılıkları, kafamda bulunan fikirlere yenisini ekliyor, ortaya güçlü bir anı çıkıyor ve fikirlerimin temelleri oldukça sağlamlaşıyor. Eğer bir de üzerine, bunları yazarsam, bu kez bana, kendimle diyalog kurma fırsatı doğuyor. Hem de tarihsel bir bütünlük içerisinde, ele aldığım fikrin bendeki tohumlarına geri dönebilme, kendi gelişimimi takip edebilme fırsatı doğuyor. Yalnız burada bence en doğru bütünlük, yazıların bir başkası tarafından yorumlanması sonucu ortaya çıkabilir. Bu blogun esas amaçlarından biri budur. Yani yazılarım yorumlanmadıkça aslına bakarsanız benim için bir günlükten farksızdır burası. Şimdiye kadar da yorumlanmış değil.

Oluşabileceğini düşündüğüm bir algıyı kırmam gerektiğine inanıyorum. Burada yazdıklarım, "Bilmediklerinizi ben biliyorum, okuyun da öğrenin, bunları öğrenmeniz gerekir" gibi bir mesaj içermemekte. Burada yazdıklarım düşünsel süreçlerimin an itibariyle bulundukları durumları göstermektedir. Bu yüzden aslında hiçbir şekilde yanlış düşünmekten korkmadığım gibi, bireyci bir yaklaşımla kendimi üstün olarak görüyor da değilim. Yazdıklarımın çoğunu ileride yeniden okuduğumda bir sürü eksik, yanlış göreceğimden eminim. Bu beni şaşırtıcı bir şekilde mutlu etmekte.

26 Ekim 2013 Cumartesi

İnsan Erkinin Kaynağı

Bir alıntı ile başlamak istiyorum:

Acı Üzerine

Nikit "Öldürmeyen acı güçlendirir." Demişti.

Tades ona şöyle yanıt verdi: Nikit'e göre öldürmeyen acı, insanı güçlendiriyormuş. Öldürmeyen acı insanı güçlendiriyorsa eğer; bu önermeden güçlenmek için acı çekmelisiniz anlamı doğmaz mı sizce? Peki binlerce yıldır acı çeken, özellikle kadınların ve çocukların, genel olarak da tüm emekçi ve ezilenlerin- bu önermeye göre güçlenmiş olmaları gerekmez mi? Ama ne yazık ki yaşamda öyle bir gerçeklik yok. Acı çekmenin bir erdemmiş gibi gösteriliyor olması bir anlamda, acıya katlanın bu sizin kaderinizdir düşüncesine de gönderme yapmıyor mu? Nikit'in buna benzer başka önermelerini de duymuştum. Kendisi bir UBERMAN (Üst-İnsan) olarak, "Alt-insanlara", yani ezilenlere ve emekçi halklara "Onlar yontucusunu bekleyen taş yığınıdır" diyormuş. Bu söylemi emekçi olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanları insandan bile saymadığı anlamına gelmez mi? Nikit'in aforizmalarını değerlendirirken işçi sınıfına mı yoksa saldırgan burjuvaziye mi seslendiğini ve kimin yararına düşündüğünü de sorgulamak gerekir.

(Sedat Akıncı/Me-Ti'ce Fragmanlar/S. 13)

Gördüğünüz gibi bu yazı önemli ve geniş bir konuya kısaca değinmiş, temellerinden bahsedip başka bir temel sunmuş önümüze. Tadımlık bir yazı olarak boşlukları doldurmayı, genelleştirip derinleştirmeyi bize bırakmış. Biz de öyle yapmaya çalışalım o zaman. Yazının bütün olarak bende oluşturduğu ilk soru şu; "İnsan erkinin kaynağı nedir?".

Yani, insan, insan olarak gücünü nereden alır? Buna verilmiş iki cevap görebildim ben şimdiye kadar. "İnsan, gücünü çektiği acılardan, katlandığı zorluklardan alır" ve "İnsan, gücünü, emekten, üretimden alır". Bu, "İnsan nedir?" gibi geniş bir soruya -Hatta daha geriye- kadar genellendiği gibi, "Bu arkadaş neden sürekli olarak başından geçen kötü hikayeleri anlatıp duruyor?" ya da "Arkadaşlarım neden fikirlerimi önemsemiyor" a kadar özele indirgenebilir.

Eğer gücümüzü acıdan aldığımıza inanırsak, buna bağımlı hale geliriz. Acı çekmediğimizde saygı görmeyeceğimize inanır, acı çekmekten keyif alır hale gelir, ona muhtaç oluruz. Bu, bize yaşamımızı olduğu biçimi ile kabul ettireceği gibi bizi ondan uzaklaştıracaktır da.

Oysa insanın problemlerinin çözümü üretimden geçer. Canlılıktan getirdiği ihtiyaçları karşılayabilmesi için örneğin, üretmesi gerekir. İnsanlıktan getirdiği toplumsal problemleri çözebilmesi için ayrıca düşünsel üretime geçmesi ve kendini-toplumu anlatabilmesi, anlayabilmesi gerekir.

Sürdüğü keyif dolu yaşamı, ezdiği insanların acıları üzerine kuranlar için, o insanların acıya muhtaç hale gelmesi kadar faydalı ne olabilir?

Bir düşünceyi öncelikle yine düşünsel olarak gündelik yaşama ve nesnelliğe uygulayamadığımız sürece onu anlayamayız. Ardından onu pratiğe dökmek ve adım adım hayat görüşümüze oturtmak, refleksif hale getirmek gerekir. Örneklendirmemiz gerekiyor öyleyse.

Kişimizin bir kaç problemi birden var, diyelim. Maddi sıkıntıdadır, birikmiş hiç parası olmadığı gibi iş bulmakta zorlanmaktadır, ayrıca herhangi bir eğitimi de yoktur. Hem eğitim görmesi gerekir, hem iş bulması gerekir, bir yandan beraberce yaşamak durumunda olduğu ailesi de aynı durumdadır ve hep beraber karamsarlığa itilmektedirler. Ayrıca, diyelim ki bu kişi yalnız olsun. Beraber yaşamak zorunda oldukları tarafından çevrelenmekte olmasına rağmen, buna zorunda olmayan hemen hiç kimseye sahip olmasın, diyelim. Hatta biraz daha özel problemler ekleyelim, diyelim ki sevgilisiyle ayrılmış, sonra çok sevdiği bu insanın başkasıyla birlikte olduğunu görmüş, klasik durum.

İçinde yaşadığımız kültürel yapı, kişimizi ilk olarak kendini uyuşturmaya sürükler diye düşünebiliriz hiç uğraşmadan. Buna "Arabesk kültür" deniyor ama ben "Arabesk" kavramının ne olduğunu bilmediğimden, yanlış kavram kullanmak istemem ve "Acı kültürü" diyeceğim. Her türlü iletişim aracından sürekli olarak bastırılan (Haberler dahil), acı üzerine kurulu bir anlayış var. Ayrıntılı incelemeye gerek görmüyorum içinde yaşıyoruz bizzat, benden duymanıza gerek yok. Böyle durumlarda "Rahatlamak için" alkol tüketebilir örneğin kişimiz. Belki başka uyuşturuculara da yönelebilir. Yöneleceği sanat anlayışı da bu yönde olacaktır ki bu da pompalanıyor. Peki kişimiz bunu neden yapar? Aslında, içten içe, durumdan kaçmaya uğraştığı için. "Bak benim böyle böyle dertlerim var" deyip kendi kendine acımayla işe başlar, sonra çevresindekileri kendine acındırma yoluna gider ki gerçeklerden kaçabilsin (!). Bu ise mümkün değildir ve "Ne yapalım hayat böyle", "Kaderimiz buymuş", "Acıların çocuğuyum" şeklinde gelişecek olan kabullenme evresi ile son bulması gerekir. Problemler çözüldü mü? Hayır. Gerçeklerden kaçıldı mı? Hayır. Mutlu olundu mu? Hayır. Hepimiz tahmin edebiliyoruz ki kişimiz dibe battıkça batacak ve artık geri çıkamayacağı noktaya kadar sürüklenecek. Yine de iş bulmak, çalışmak, yemek yemek, giyinmek, barınmak durumunda değil mi? Öyle. Hayatın, toplumsal koşulların onu zorlayacağı noktaya kadar kaçabilir hayattan. Bir nokta gelir ki, artık kaçış mümkün değildir, o noktada hayatın önünde sürüklenip gidecektir. Bu sürüklenme, sömürü üzerine kurulu düzenimizde sömürü üzerine olacaktır.

Kişimizin bir seçeneği daha var. Problemlerini baştan sona düşünüp, durumunu ele alıp, irdeleyerek, hayatını nasıl yaşaması gerektiğini planlayabilir. Para kazanması mı gerekiyor? Bunun için eğitim alması mı gerekiyor? Demek ki ders çalışması gerekir. Bunu yapamıyor ise acilen iş bulmalı, rahatladıktan sonra belki yine okuyabilir? Belki açıktan okur? Hiç okuyamıyorsa en azından girebildiği en iyi işte yapabildiğinin en iyisini yapıp, geri kalan yaşamını elinden geldiğince insanca kurabilir. Ailesi ile ilgili problemleri mi var? Ayakları üzerinde sağlam durduktan, sorumluluklarını yerine getirdikten, beraber yaşama zorunluluğunu seçime çevirebildikten, kendisi ve sevdikleri için elinden geleni yaptıktan sonra, problemler azalmayacak mıdır? Problemlerinin kaynağı zaten yaşama savaşı değil miydi? Kişimiz artık gücünü emekten, üretimden, ayakları üzerine sağlam basmaktan, sorumluluklarını yerine getirmekten aldığına inanır. Uyuşmak, istediği en son şeydir. Yaşamak istemesi gerektiğini bilir. Dediğim gibi, insan yaşamaya aşık olmalı. Konu yaşamaya geldiğinde, mazeret söz konusu olabilir mi?

25 Ekim 2013 Cuma

Herkes Okumalı ve Herkes Yazmalı

İnsanı en çok güçsüzleştiren şeylerden biri, yakınları tarafından dinlenmemek, okunmamak, ciddiye alınmamak, eleştirilmemek, hatta yerden yere vurulmamak, sürüklenmemek, ayağa kaldırılmamak, sarsılmamak. Bir diğeri yakınlarını dinlememek, okumamak, ciddiye almamak, eleştirmemek, yerden yere vurmamak, sürüklememek, ayağa kaldırmamak, sarsmamak. Birbirini her an yıkıp yeniden yapan iki insanda belirir mutluluk. Bunu yapamayanlar an ve an birbirinden uzaklaşırlar, bambaşka iki insan olurlar, birbirlerini tanıyamaz, yaşamı beraber yaşayamaz hale gelirler ve doldurulması gereken bir boşluk oluşur, o boşluk ki doldurulmazsa dipsiz kuyusuna çeker insanı yalnızlığın..

Anlamak

Anlamak, farkına varmak, ayırt edebilmek, insanı insan yapan en önemli eylemlerden. Anlayabilmek, anlamaya uğraşmak, hayata tutunmanın olmazsa olmazı. Anlamaktan, anlamaya uğraşmaktan kaçmak da hayattan kaçmanın en kısa yolu.

Hayatta beni rahatlatan en önemli özelliğimin, insanları ve kendimi anlamaya uğraşıyor olmam olduğuna inanıyorum, bunu her an yeniden hissediyorum. Beni, benim için kötü bir yere sürükleyen bir davranışımı "Özelliğim", "Huyum" diyerek kabullenmek yerine, o davranışımın sebeplerini anlamaya uğraşmak her zaman işime yarıyor. Tabi ki bu yalnızca kötü yere sürükleyen davranışlar için değil, bütün olarak kişiliğimin her parçasını içeriyor. Önceki yazılarda da bahsettiğim gibi, kişiliğimin her parçası bütün olarak doğanın bir yansıması olduğundan, onu içeriyor ve onun tarafından kapsanıyor. Aynı şekilde, beni rahatsız eden, kızdıran, mutsuz eden başka bir insanın davranışını da, "O da böyle bir insan", "O kötü, aptal, faydasız bir insan", "Yaradılışı böyle" diyerek kabullenmek yerine, anlamaya uğraşırım. Bu hem hayatımı nasıl yaşayacağımı şekillendirirken bana yardımcı olur, hem de kendimi anlamamı kolaylaştırır. İnsan, beraberce yaşadığı her kim olursa olsun, bütün bir toplum olarak genellemek gerekse de, özel bir örnek olarak dostunu, her an yeniden sorgulamalı, karşıt durduğu noktalarda yıkmaya, ve yeniden yapmaya çalışmalı, aynı karşılığı geri almalı ki, hayatı her adımda insanca yaşayabilsin, her adımını ileriye atsın, öğrensin ve gelişsin. Bu uğraşı durdurmak, kestirip atmak, insanı kestirip atmak, hayatı kestirip atmak demektir.

Eğlence

Uzun bir süredir neden kahkaha attığımızı anlamaya uğraşıyorum. Devlet Bahçeli'nin davul solosunu izlerken neden kahkahalara boğuluyoruz örneğin? İlginç değil mi? Vardığım en mantıklı sonuç, düşünce dizgesinin-beklentinin kırılması ve yeni gelip dizgeye oturan fikrin-olayın aniden anlaşılması sürecinin insanda yarattığı rahatlama hissi. Her ne kadar bir insan ile ya da bir film-dizi-kitap, herhangi bir şey ile kurulan etkileşip çift yönlü olsa da bir yandan insanın kafasında devam eden yansıma-diyalog, tek taraflı düşünce süreci ilerlemektedir. Beynimiz çok ayrıntılı bir şekilde sürekli olarak bu işlem boyunca çalışır ve analiz eder, düşüncenin akışını sağlar ve ileriyi tahmin eder. Bu akışı bozmak, mesela Devlet Bahçeli'nin davul çalıyor olması-üstelik sözlerinin ve hareketlerinin, tonlamalarının, vurgularının tam olarak soloya oturuyor olması, saçmadır-ilgisizdir, bizim düşüncemize, düşünce akışımıza uygun değildir, tahmin edilemez ve beklenmediktir. Bu durum, akışı sekteye uğratır- ama bu mümkün olmadığı için bir boşluk ortaya çıkar ve insan gerilir. Çok kısa bir süre içerisinde videonun yapısı kavranır, videoyu oluşturan insanlar iki alakasız şeyi birbirine çok güzel oturtmuşlardır, bu kavrayış ile beraber düşüncemiz yeniden raylarına oturur ve bir rahatlama-boşalma gerçekleşir. Gerginlik, fiziksel olarak kahkaha yoluyla boşaltılır. Eğer bu kavrama süreci gecikirse kahkaha ortaya çıkmaz, rahatlama gerçekleşmez. Eğer bu sürecin sonucunda kavrama hiç gerçekleşmezse, ya da saçma durum bir mantığa oturtulmazsa, bu kez "Kötü espri" diyip geçebiliriz.

Bütün bu sorgulama süreci aslında "How I Met Your Mother" isimli diziyi izlerken başladı. Adı geçen diziyi ne zaman izlesem rahatsız oluyorum. "İzleme" diyeceksiniz. Ama izlerken keyif de alıyorum. Öte yandan yakın çevrem tarafından dikkatle izlenen, konuşulan ve gündelik hayata uygulanan bir dizi olmasıyla da benim için önem kazanıyor. Bu da ondan kaçmak yerine onu izleyip sorgulamaya itiyor beni.

Aslında "Yalnızca eğlence", "Çerez", "Kafa boşaltmalık" gibi görünen bu dizi, gayet, açık açık eğitici bir dizidir ve benim görüşüme göre büyük ölçüde zararlıdır. Dizi bizi, insan ilişkileri konusunda eğitmektedir ve sizin de fark ettiğiniz gibi bir çok kişinin ilişki kurma yöntemini etkilemiştir.

Bir kaç genç insanın beraber eğlenmesini işler dizi temelde. Bunun yanında Ted adında bir mimarın "Hayatının aşkını" aramasını anlatır. Bizi eğlendiren kısmı nedir, eğiten kısmı nedir? Bunları sorgulamak istiyorum.

Eğlendiren kısmı ile başlayalım. Bu diziyi izlerken deli gibi eğlenmemizin en temel sebebi, gerçek hayatta bu şekilde eğlenemiyor oluşumuzdur. Dizideki gençlerin para derdi yoktur (Kabul edelim, araya nadiren çok sahte para sıkıntıları soktular ama "Bakın para derdimiz de var" demekten başka hiçbir etkisi olmadı bu sahnelerin diziye), sürekli bir barda takılırlar, başlarına saçma sapan olaylar gelir ve eğlenirler. Hangimiz böyle bir hayatı istemeyiz ki? İnsanların açık fikirli olduğu bir ortamda, gelecek kaygısı olmayan akranlarımız ile toplanıp içmek, sohbet etmek, parti yapmak, sevişmek.

Dizinin bizi eğlendiren tarafı, mastürbatif yönüdür. Haftanın bir günü, yirmi dakikalığına bu kaygısızca eğlenen insanlardan biriymiş gibi hissederiz (Genellikle Ted ile özdeşleştirmeye gidiyorlar). Hepimizin Marshall adında sevimli ve iyi niyetli, Barney adında sapık ama salak, eğlenceli, Ted adında saf, temiz, Robin adında güzel, akıllı, erkeksi, Lilly adında anaç, sıcak kanlı, otoriter arkadaşımız var gibi sanki. Eğer başkaları bilmiyor olsa (Ki diziyi bilmeyen birine anlatırken bu gerçekleşiyor) askerlik anımızı anlatır gibi bu insanlar ile olan anılarımızı anlatabiliriz. Tekrarlıyorum, hangimiz böyle yaşayabilmeyi istemeyiz ki?

Gelelim eğitici yönüne. Bu eğlenceyi isteyen, haftada yirmi dakikalığına ilüzyon olarak tadına bakan kişi, günlük yaşantısına da bunu uygulayabilmek isteyecektir. Kişimizin gelecek kaygısı yoksa ne ala! Gayet mümkün. Hatta diziyi izlemeyi bırakabilir bile. Gidip gerçekten eğlenebilmek varken kim ilüzyon izler? Dizi burada bize bir hayat amacı sunuyor. Arkadaşlar ile kaygısızca eğlenebilmek ve hayatının aşkını bulana kadar amaçsızca sevişmek, sonra hayatının aşkını bulmak ve yaşayıp gitmek. Aralara ise bütün bir dünya görüşü serpiştiriyorlar. Mesela, öyle kaygısızlar ki, herhangi bir ciddiyet içeren konuşma gerçekleştiğinde bu ya yapış yapış duygusal bir konuşma oluyor, ya da osuruk (Bildiğin osuruk ve bu sana komik geliyor) sesi ile susturuluyor. Ted karakteri "Kültürlü" dür. Tabi bu kültürü mimari bilgiden, bir kaç ezberlenmiş şiirden öteye geçmemiştir. Gerçekten kültürlü bir adam gösterseler ne güzel olacak. Arada sırada bu yönünü sergilemek ister ama, osuruklar eşliğinde susturulur. Bu yapı bize kültürden uzak kalmaya uğraşan bir nesil sunmuyor mu? En son ne zaman arkadaşlarınız ile ciddi bir konuyu uzun uzun konuştunuz? Bu çok büyük bir kolaylık sağlıyor. Kültürden uzak durmak sosyal olarak kabul edilebilir duruma geldiği anda apar topar kaçış başlıyor. "Bilinemezciler", "Her şeyi ben bilirimciler", "Amaan ben düşünmeyi sevmiyorum düşün düşün ne olacak" çılar, say sayabilirsen. Yalnızca, mecbur kalırsa azıcık bilgiliymiş gibi görüneceği kadarını alıp, gerisine dokunmuyor. İki belgesel izle, iki kitap adı bil, yeter.

Oysa, gelecek kaygımız olduğunu hepimiz biliyoruz. Aramızda kaç tane zengin var? Ne demiştik? "Sen kendi kişiliğinin temellerini sorgulayıp, bugününü anlar ve geleceğini şekillendirmezsen, seninle etkileşime girecek olan doğa ve toplum seni kendi önüne katıp sürükler". Hele ki bunu beraber yaşadığın dostların ile, ailen ile, eşin ile, çocukların ile yapmayacaksan, nasıl beraberce yaşamaya devam edebileceksin?

Dizinin zararlarından biri budur, dostluğu yalnızca beraber eğlenen ve saçmalayan insanlar olarak göstermesi. Oysa dostluk hayatı omuz omuza yaşamak demektir. Zararlarından bir diğeri, cinsel aşka bakış açısıdır. Diziye göre her insan için tek bir insan bulunur. Kader onları birleştirir. Aşkın tek anlamı hissedilen bir duygudur. Ergenlik şiirlerimizde yazdığımız "Midemizde uçuşan kelebekler" filan. Oysa aşk, hayatı omuz omuza yaşamak demektir ve insan bir dostuna da aşıktır, insan annesine de aşıktır, insan hayata aşık olmalıdır. Hayata bakışı bu şekilde bozulan bizim gibi fakir emekçi çocukları, "Yahu bu hayat neden bu kadar kötü, neden bu kadar yalnızım?" gibi soruları cevaplayamadan ölüp gidecektir.

Çok özel bir konudan çok kısıtlı bir şekilde inceledim. Aslında incelemek gereken şey bir bütün olarak toplumsal yapımız ve hayata bakış açımız. Özele indirgesek bile cinselliğe bakış açımız gibi yine oldukça geniş ve ayrıntılı bir konuya indirgememiz gerekir. Bu yazı bir çok şeyi kapsamamaktadır, anlık bir iç boşaltmadan ibarettir. Gelecek yazılarımda genişletmek üzere.