Yaşamsal problemlerin ürettiği mutsuzluğun, aşılmasıyla gelen duygu durumudur mutluluk. Ona ulaşmak için iki yöntem vardır, problemleri aşmak ya da onlardan kaçmak.
Bu anlamda mutsuzluk; acı ya da açlık benzeri canlılıktan kaynaklanan uyarı sistemlerinin insana özgü toplumsal gelişimidir. Bir uyarı sistemidir ve bir gerekliliktir. Ama örneğin kesilen bir kol, acıya indirgenemeyeceği gibi yaşam da, mutsuzluğun yok edilmesine indirgenemez. Tam tersi, kolunuzun kesildiğinden haberdar olamazsınız, acısını duymazsanız eğer. Siz farkına varana kadar, kan kaybından ölmeniz kaçınılmaz hale gelmiş olabilir. Ancak problemin farkına varıp da, kendinizi doktorun eline bıraktıktan sonra uyuşma hakkına sahip olursunuz.
Bu durumda mutsuzluktan kaçış anlamındaki mutluluk, geçici ve gündeliktir. Aynı zamanda günümüzün modern burjuva kültürünün de eğlence anlayışı bunun üzerine kuruludur; Temelsiz, yüzeysel bir keyif ve boşverme, kestirip atma durumu. Hayatın getirdiği bütün problemlerin bastırılmasına yetecek derecede, beynin uyarılması. Bütün önceliklerinden, zincirlerinden koparılmış bir orgazm. Peki bu, insan oluşa ters koşullarda sürdürdüğümüz yaşam içerisinde, ne derece etkili?
Problemin kaynağını boşverip, acının kendisini dindirmeye yönelik bu kaçış, aslında kaybetmeye mahkum olduğumuz bir kovalamaca. Çünkü buradaki kaçış, bir yanılsamadan ibaret. Nasıl ki acıya karşı uyuşmak, duyuları kapatmak demek ise, mutsuzluğa karşı uyuşmak da, bilinci kapatmaya çalışmak demek. Ama problem, olduğu gibi duruyor ve bu sefer onları bizim için çözecek doktorlar yok.
İşin kötüsü kaçmak ne kadar boş bir hayal ise, durmak da öyle. Yani yerimizde de sayamıyoruz, çünkü hayat hep ilerliyor -Bilinçsizsek bizi de sürükleyerek-. Ne demek istiyorum? Problemler büyüyor ve birikiyor yani. Sonunda tepemizde öyle bir ağırlık hissetmeye başlıyoruz ki, en güçlü uyarıcılar bile eski mutluluğu verememeye başlıyor. Gündelik mutluluklar sönümleniyor. Hayat, uzun yıllar süren bir baş ağrısına dönüşüyor.
En kötüsü de bu işte. Hayatı eylemden koparıp da, mutluluğa ve mutsuzluğa indirgemeye başladıktan sonra, artık her şey, her şey uyuşturucuya dönüşüyor. Sanat, doğa, dostluk. Bizi gerçek dünyadan koparıp götürebildiği ölçüde seviyoruz müziği, resmi, şiiri. Şehir yaşamından -Aslında bizzat kendi yaşantımızdan- bizi bir süreliğine kurtarabildiği için seviyoruz daha doğal yerleri, yani doğayı, gezmeyi. Kafamızı meşgul edebildiği, bizi nasıl olursa olsun güldürebildiği, zamanımızı öldürebildiği için seviyoruz dostları. Problemler birikiyor, birikiyor. Yıllar sonra ne müzik, ne doğa, ne dostluk, tat vermez hale geliyor. Uzun süren bir baş ağrısı.
İnsan, üretmeden yaşayamaz. İnsan olmasının sebebi budur. İnsan tanımı böyle kurulur. Canlı, doğanın bir parçası olarak ona uyum içerisindedir. İnsan, doğanın karşısına dikilir ve onu kendi ihtiyacına göre şekillendirir, üretir ve insanlaşır. Yani insanın yaşayabilmesi, üretmesine bağlı. Bunun sonucu olarak bütün hayatımızı şekillendiren şey bu üretme eylemi. Ama bu üretme eylemi ve insanlık, tek başına bir üretme ve insanlık mı? İnsan, ihtiyaç duyduğu şeyleri tek başına üretebilir mi? Daha da ilginç bir soru: İnsan tek başına insanlaşabilir mi? Bu soruların cevabı bize şunu gösteriyor ki: İnsan toplumsal bir canlıdır. İnsan olmasının koşullarından biri budur, insan tanımı böyle kurulur.
İnsan, doğa ile savaşım halinde. Yaşayabilmek için, ondan çok daha kudretli olan doğayı, sürekli yeniden yenebilmesi gerekli. Açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, zehirlenmekten, yırtıcılardan, soğuktan, fırtınalardan, yıldırımlardan, yağmurlardan, sellerden, doğanın hiç bitmeyen tehlikelerinden kendini koruyabilmeli. Bu ancak, insanlığın kolektif mücadelesi ile mümkün. Düşünce de böylece ortaya çıkıyor işte, toplumsal üretim ile beraber ortaya çıkan toplumsal iletişim ihtiyacı ile.
Burjuva bireysel mülkiyeti, geniş üretici yığınların mülksüzlüğüne bağlıdır ve üretimde mecburen toplumsalken, mülkiyette ve paylaşımda tekelci-bireycidir. İşte günümüz toplumsal koşullarının, insanlığa ters yönü.
İnsanlığın bu durumdan kurtuluşu bireysel mülkiyete karşı bir durum olduğundan burjuvazi toplumsal problemlerin çözümünü değil; bunalımların bastırılmasını, uyuşturulmasını, geçiştirilmesini amaçlar. Yalnız, insanlığın bu durumdan kurtuluşu da yine bireysel değil, ancak ve ancak toplumsal bir mücadele ile mümkündür.
Bu sebepten egemen kültür olan burjuva kültürü, elinde bulunan iletişim araçlarıyla bizlere yaşamdan kaçmayı, bireyliğimize sığınmayı, uyuşmayı ve yalnızlaşmayı öğretir. Yaşamla mücadele etmedikçe yaşantımız, buna bağlı olarak düşüncelerimiz ve kişiliğimizin içi boşalır, sonuç olarak tüm ilişkilerimiz de içi boş ve yüzeysel hale gelir. Sonuçta ne kadar uyuşursak uyuşalım hayattan kaçamadığımız gibi, böyle bir yaşam içerisinde ne kadar paylaşırsak paylaşalım, yalnızlıktan kurtulamayız. Yavaş yavaş deliririz. Problemler artık onları anlayamayacağımız, çözümleyemeyeceğimiz karmaşıklığa ulaşır. Sürekli kavga ve nefrete dönüşmüş eviliğimizin problemini, bir türlü çözemeyiz örneğin. Rakı bile kurtaramaz onu. Sonuç? Artık dayanamayacak bir nokta gelmeyecek mi? Cinnet, diyoruz işte buna, bireyliğine hapsolmuş yalnız insanın tam anlamıyla patladığı an. Daha problemin ne olduğunu bile bilmeden verilen, bilinçsiz bir tepki. Bu yüzden bir kurtuluştan çok, artık insanın hayattan koptuğu an. Bir kurtuluş arayışı da değildir, zaten.
Peki, bütün bunların karşısına ne koymalıyız? Delirmemek için, ne yapmalı insan?
Acıyı, mutsuzluğu, olduğu gibi yani bir uyarı sistemi olarak ele almalı ve problemin kendisine odaklanmalı. Hayatı yaşamaya çalışmalı, ondan kaçmaya uğraşacağına.
Ne demiştik, hayattan kaçamayacağımız gibi sabit duramayız da. Hayat sürekli ilerler, gelişir, eğer bilinçsiz olursak bizi de sürükler. İşte insan olmanın güzel yanı bu, üretir insan. Bilinçli insanı sürükleyemez hayat, insan onu şekillendirebilir, kendine sürekli olarak daha sağlam koşullar üretebilir, böylece ayaklarını yere sağlam basar ve yan yana yürür hayatla.
Bilinçli olmak ve yaşamak, yalnız düşüncede var olan, eylemden kopuk bir olgu değil. Sürekli ve sürekli olarak insanlığın birikimine ulaşacağız, bizden önceki insanların hayatlarını ve tahlillerini öğreneceğiz, içinde yaşadığımız doğayı, toplumu, sahip olduğumuz düşünceyi ve onların yasalarını öğrenmek için sürekli uğraşacağız sonra bunları kendi hayatımıza uygulayıp hayatımızın tahlilini yapacağız ve problemlerin kaynağını bulup onları aşmak için bir plan, strateji kuracağız. Ardından bunu hayatımıza uygulayıp, yaşantımızda gördüğümüz yanlışları düzelteceğiz, onlar düzeldikçe yeni şeyler öğreneceğiz, öğrenmeye devam edeceğiz, bir yandan bizden bağımsız olarak doğa ve toplum da değişeceğinden, sonuçta yeni bir irdeleme süreci başlayacak, bu iki süreç beraber işleyecek ve gelişecek, bilinçli yaşam böyle bir olgu sanırım. Eyleme dönüşmeyen "Bilinç", ne anlam ifade eder? Onu da geçtim, zamanla gerçeklik tarafından değişime uğrar, ama yaşantımıza göre yapabilir bunu ancak. Biz yaşantımızı, doğru bildiğimiz şekle sokmaya uğraşmadığımız için, yanlış yaşantı kafamızdaki doğruları yavaş yavaş kendine dönüştürür. Ve tabi, düşüncemiz ve yaşantımız çelişiyorsa, bu da başlı başına sağlam bir mutsuzluk sebebidir. Çünkü hayatımızda hiç problem olmasaydı, düşünce ve yaşantımız birbiriyle çelişir miydi?
Peki bilinçli bir insan, toplumsal problemler ile tek başına mücadele edebilir mi? Yoksa o da sonunda delirmeye mahkum mudur?
İnsan, ilişkilerinden bağımsız değildir. Çünkü hep beraber üretiyor, hep beraber öğreniyor, sonuçta hep beraber yaşıyoruz. Ne kadar doğru yaşamayı bilirsek bilelim, bunu tek başımıza gerçekleştirmeye uğraşırsak, bunun imkansız olduğunu görürüz çünkü hayatımızı tek başımıza yaşamamaktayız. Biz, yalnızca bizden ibaret değiliz ki. İlişkiler yaşamımızı etkiliyor, zaten en başta bize insanlığı öğretiyor. Sonra yaşamımız da o ilişkileri etkiliyor ve bu sürekli etkileşim hayatımızı oluşturuyor. İnsanın toplumsal bozukluklardan, yalnız kendini "Aydınlatarak" kurtulabilmesi mümkün değildir. Bizimle yaşıyorsa, bizim kadar delirecek. Demek ki yine, bu konuda da toplumsal olmalı insan. Onun hayatı, kolektif bir hayattır, tanımı böyledir.
İşte burada, ilişkilerimizdeki bozukluklar bir bir önem kazanmaya başlıyor. İnsanlar hayat ile beraberce, örgütlü mücadele vermedikçe delirmeye mahkum. Dostluk, aile, bütün anlamlarıyla insani ilişkilerimiz, hayata tutunmamızı sağlayan ve onu oluşturan temel ihtiyacımız. Sizce ilişkilerimiz hayata mı, yoksa ondan kaçmaya mı yönelik?
Gittikçe saçmalığa dönüşüyor sohbetlerimiz, örneğin. Çünkü gülmek, düşünce akışının kırılmasıyla bağlantılı. Bir insan karşısındakinin düşünce akışını ne kadar yaratıcı, beklenmedik ve hızlı şekilde kırarsa, o kadar fazla güldürebilir onu. Eh, biz de yalnız ve yalnız mutluluğun kendisini aradığımıza göre, bu gülmenin içeriğinin neredeyse hiçbir önemi yok. Sonuçta, bütün konuşmalar birer saçmalığa dönüşüyor.
Bu konuda küçük bir gözlem de yaptım kendi çapımda. Oturup dinledim sadece. Bir süredir dikkatle dinliyorum çevremde konuşulanları. Önemli konu başlıklarını şöyle bir sıralarsam:
-Cinsel ilişki: Üreme ve esas olarak insani ilişkilerden kopuk, tamamen sosyal statü edinme ve orgazm üzerine kurulu konuşmalar. Kadın bedeninin bir mal olarak görülmesi, bunu elde eden erkeğin başarılı erkek olması demek. Peki insanlığın bir yarısını mal olarak gören ve buna göre yaşayan bir birey, ne kadar doğru düşünür, ne kadar doğru yaşar, ne kadar sağlıklı ilişkiler kurabilir? Peki, insani ilişkilerden kopuk cinsel birleşme tam olarak ne kadar keyiflidir? Zaten bütün sapıkça, şiddete yönelik cinsel fanteziler aslında birbirimizden nasıl da nefret ettiğimizi ortaya koyuyor. Cinsellik yine de doğal bir ihtiyaç. Onun bu derece bastırılması ve buna rağmen ödüle dönüşmesi, inanılmaz çarpıklıkları beraberinde getiriyor.
Cinsel ilişki konuşulması gereken önemli bir konudur çünkü bir ihtiyaçtır. Ama insani ilişkilerden kopuk ele alınamaz ve erkekleri başarılı yapmadığı gibi, kadınları da mal haline getirmemeli. Yolda gördüğünüz iki çift düzgün bacak size gerçekten çok güzel görünüyor mu? Madem öyle, neden bunu dillendirmeden duramıyorsunuz? Bacakları güzel bulabiliyor olmanız, "ERKEK!" olduğunuz anlamına mı geliyor? Neden bir erkek, başka bir erkeğe anlatmadan takdir edemiyor bacakların güzelliğini? İki adet, bildiğin normal bacak, nasıl güzel olabiliyor? Tamam, üreme ile ilgili doğal bir beğeni bu bacak beğenisi de arkadaş, biz hayvan mıyız ki tüm sosyal bağlarından koparıp yalnız iki bacak olarak sevebiliyoruz insanları?
-Dış Görünüş: Buna nasıl isim versem bilemedim ama alışveriş, giyinme, şekilli saçlar ve benzeri konulardan oluşuyor. Yine cinsel ilişki ve sosyal statüye yönelik. İnsanların birbirlerine, kendilerini pazarlamasından ibaret. Ne yazık ki bazı fakir insanlar, ne kadar güzel giyinirlerse giyinsinler ceplerinde para olmadıkça pek işe yaramayacağını bilmiyorlar. Bütün bu şekil giyinme, lüks yerlerde para harcama ve benzeri olaylar, insanların kendilerini pazarlarken yaşam standartlarını göstermek adına bilinçsizce sergilediği hareketlere dönüşüyor. Aksak'ta çalıştığım dönemden ne kadar güzel kazıklar yediklerini biliyorum insanların. Dandik bir şaraba ve iki parça ete, sırf "Elit" görünen (Caz çalıyor ya ondan herhalde) bir mekanda, bir kaç kuruşluk bir mumun ışığında yüz liranın üzerinde para ödemek, alım gücünü göstermekten başka ne işe yarayabilir?
Tabi temiz ve estetik giyinmek, görünmek önemli. Düzenli, temiz, sağlıklı insanın hayatı da buna uygun olur ve bu güzel bir şey. Ama bu, yaşamın bir dışavurumudur, kendini pazarlamak için insani ilişkilerden kopuk biçimci bir tüccarlık değil. İnsanın güzelliği, yaşamından gelecektir zaten. Yaşamadığımız biriymiş gibi görünmeye uğraşmak boşuna değil mi? Tabi, genciz, hala aile parası yiyorken böyle görünmek ve "Eş" bulmak kolay, ona bir şey demiyorum. Ama kendi hayatımızı kurduğumuzda, bu hayat nasıl bir hayat olacak ve hala olduğumuzdan farklı görünebilecek miyiz? İnsanlar yalnız görünüş değil, sağlam bir yaşam beklediğinde bizden, bunu onlara sunabilecek miyiz? Başınız ağrımıyor mu?
-Eğlence: Konserler, etkinlikler, gezip tozma. Hepimizin içerisinde gezmek, tozmak isteyen bir motorcu yatıyor. Neden? Çünkü şehir, baş ağrısı haline gelmiş yaşantılarımızın mekanı. Bütün bunları bırakıp gezmek, ne kadar güzel olurdu. Pikniğe gitmek mesela. Beton denizinden, sinir bozan gürültüden, kirli havadan kurtulmak, gökyüzünü, ağaçları görebilmek, sadece doğanın sesini duymak, çimlere uzanmak, mangal kokusu, top oynamak, sohbet etmek. Ama, geride bıraktığımız problemleri peşimizde sürüklemeyecek miyiz? O problemler, bizi oluşturmuyorlar mı? Kendimizi geride bırakabiliyor muyuz? Yaşadığımız yerden kaçmak için değil de, gerçekten yeni yerler görmek, ufkumuzu genişletmek için gezebilsek ne kadar güzel olurdu. Yaşadığımız yerden kaçmaya uğraşmamız ne kadar acı.
Hepimiz arada bir bara gitmek, müzik dinlemek ya da ne bileyim sinemaya gitmek gibi şeyler istiyoruz. Yaşantımız hayattan kaçmaya yönelik olduğu gibi, sanatsal bakışımız ve beğenilerimiz de öyle. Alkol almak ve müzik dinlemek, ne ara beraber sürdürülebilir eylemler haline geldi? Müziğin kendisi, uyuşturucuya döndüğünde sanırım, değil mi? Ya da dans edip kendimizi kaptıracağımız tekrara dayalı insanı transa sokan müzikler, bilincin kapanması, hayattan kopma çabası değil mi?
-Saçmalık: En büyük bölüm. Ama gerçekten saçmalıktan bahsediyor, konuşmaları aşağılamak için söylemiyorum. Tamamen saçmalık. Güldürme amaçlı. Ne kadar saçma olursa, o kadar komik. Her alanda olduğu gibi insanı iletişim de mutluluğa indirgenmiş. İşte size içerikten koparılmış saf mutluluk, saf eğlence; saf saçmalık.
-Yaşamsal problemlere dair yakınma: Şaşırtıcı derecede az. Sadece yakınmadan ibaret, çünkü kimsenin doğru düzgün yorum yapacak kültürel birikimi yok. Yatıştırma, teselli etme ve görgü kurallarını yerine getirip, boşverme evresi. Eleştiri yok, çözüm önerisi yok, zaten öyle bir beklenti de yok.
İşte, bir kaç aydır dikkat ettiğim konuşmalarda, yukarıdaki konuların dışına çok az çıkıldı. Bir iki tane nadir an hatırlıyorum gerçekten. İlişkilerimiz de, yaşantımıza göre şekillenmiş. Baş ağrısına dönüşmüş. Konuşmalar, gerçek eylemlerden bağımsız olamaz. Peki ne yapıyoruz gerçekten, ilişkilerimizde?
Sosyal çevremdeki aktiviteleri sayayım. PES adında gerçekten sinir bozucu ve beceriksizce yapılmış bir futbol-bilgisayar oyunu oynuyoruz mesela. Çünkü yalnız zaman geçmiyor. Beraber olmak daha güzel. Ama paylaşacak hiçbir şeyimiz yok.
Geçen bir kere satranç oynamıştım, tamamen şans eseri mat ettim.
Onun dışında tiyatro oyunu sahnelemeye uğraşıyoruz, ama tek umursadığımız şey eğlenceli zaman geçirip sosyal ortam edinmek ve beraber olmakmış gibi geliyor bana. Çünkü ne paylaşıyoruz da, sahneye çıkıp anlatalım? Brecht, neden umurumuzda olsun?
Müzik yapıyorduk -şimdi ben pek yapamıyorum gerçi ama- oldukça da eğlenceliydi. Sahneye çıkıp bir "Rock star" gibi hissetmek. Onun dışında içmek. Bağırıp çağırıp stres atmak. Ayda bir kaç saat sahnede mutlu sarhoşlar oluyorduk. Onun dışında stüdyolarda ayıkken ortaya çıkıyor her şey, gerçi. Kimse müzikten sıkıldığını itiraf edemiyor. Kutsal bir şey ya müzik. Artık dinlenmeyen grupların parçalarını aynen kopyalarak "Rock Star" olunmayacağını öğrenemediğimizden, neden mutsuz olduğumuzu çözemiyoruz da. Üretecek bir birikimimiz de yok. Denemedik değil, denedik, olmuyor.
Ha bir de eylemlere katıldık tabi. "Yapmayın kardeşim böyle şeyler!" diyebildik ama, o kadar. Yine evlerimize çekildik işte. Bir güzel de dayak yedik. Kötü mü oldu, hayır, bir sürü faydası oldu bu eylemlerin neslimize ama tek başlarına hiçbir işe yaramazlar. Devamında ne olacak? O önemli. Sonsuza kadar çıkıp bağırabilir ve dayak yiyebiliriz çünkü. Ne isteyeceğiz? Nasıl isteyeceğiz?
Hayatımız yalnızca bize dayatılanlardan ibaret. İşe gitmek ya da okul okumak. Tek önemli problemlerimiz bunlar -Ki bu tek başına yanlış bir durum değil-. Öğrenmemiz gereken şeyleri önümüze birileri koyuyor. Öğreniyoruz. Yapmamız gerekenleri birileri söylüyor. Yapıyoruz. O kadar. Borçlara, geleceksizliğe, fakirliğe, bilmem neye karşı ne gücümüz var ki? Ayrıca kim arkadaş o birileri? Onun dışında bütün bu geçiştirmeye yönelik yaşantımızın doğurduğu çarpık ilişkilerimizin saçma sapan problemleri var. Sevgilimiz arıyor bir kaç kere kere, görmüyoruz, sonra görünce "Kaç kere aradım, neden açmadın?" diye kızıp, bağırıp telefonu kapatıyor mesela. Yahu neden cevap vermeyelim ki değil mi görmüş olsak? Bu yüzden kavga mı edilir? Böyle ilişkiler kurduğumuz bir hayatta, tam olarak ne kadar değişiklik yapabiliriz?
Kısaca hayatında problemler varsa, kendini sevmeyeceksin. Mutsuz olacaksın. Sonra kendini sevmediğin için kendini değiştirmeye uğraşacaksın. Bilinçli şekilde mücadele edeceksin kendinle. Ama sen tek başına kendini oluşturamadığın, tek başına yaşayamadığından bunu dostlarınla beraber yapacaksın. Eğer onları sevmiyorsan onları değiştirmeye uğraşacaksın ki kendini sevmeyip de dostlarını gerçekten sevmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Yani, yerlerine başkalarını koymaktan bahsetmiyorum bu arada. Beraber değişeceksiniz onu diyorum. İşte bu noktada onlar da sana karşı mücadele etmeye başlayacaklar. Bu keyifli ve faydalı bir mücadele aslında. Gerçekten beraberce yaşıyor olacaksınız o zaman. Sonra hep beraber yaşantınızı değiştirmek için uğraşabilir, birbirinize destek olabilirsiniz. Olabiliriz yani.
Ve gerçek mutluluk da böyle gelecek sanırım. Uzanıp müzik dinlediğimizde, ya da bir ağacın altına oturup doğayı duyumsadığımızda, ya da yalnızca sohbet ettiğimizde, bizi hayattan koparacak şeyler değil, tam tersine bizi ona karşı silahlandıracak umutlar bulacağız. Sonra sahneye çıktığımızda anlatacak şeylerimiz olacak, hep beraber. Bir insanı tanımak ve ona kendini anlatmak harika bir deneyim olacak mesela. İnsanlar bizi yaşamaya itecekler. Daha çok şey paylaştıkça, daha dolu yaşayacağız, dolu yaşadıkça paylaşacak daha çok şeyimiz olacak. Sevdiğimiz insanlar bizimle gurur duyabilsinler diye, sigarayı bırakabileceğiz mesela ne bileyim. Mutlu olmak "Elit" bir mekana, lüks bir arabaya, motora ne bileyim şekil giysilere, saçlara değil, bir bütün olarak karşımızdaki insana bağlı olacak gerçekten.
Kısaca, sanıyorum ki problemleri aşabildikçe ve birbirimize destek olabildikçe gerçek mutluluğu tadabiliriz, ancak. Bu hiçbirimizin tek başına başarabileceği bir şey değil üstelik. Öyleyse bırakalım saçmalamayı, zaman öldürmeyi, hayatı geçiştirmeyi. Gerçek mutluluğun peşine düşelim. Beraber olmak baş ağrıtıcı bir zorunluluk olmaktan çıkarsa ilişkilerin her anı içten, doğal, samimi olacaktır. Hayat da öyle.